İslamcılığın Tarihi, Mirası ve Krizi

Küre Yayınları Anlayış dergisinde yayımlanan söyleşileri “Türkiye Söyleşileri” adıyla kitaplaştırmaya devam ediyor. Bu diziden çıkan kitaplardan biri Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık adını taşıyor.
Tanzimat’la birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşten kurtarmayı ve dağılmakta olan toplumsal düzeni toparlamayı hedefleyen düşünce akımları ortaya çıktı. Genel olarak Batıcılık, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük şeklinde kategorize edilen bu akımlar Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte önemli bir kırılma yaşadılar. Cumhuriyet’i kuran ve Kemalist ideolojiyi şekillendiren kadro Batıcılık doğrultusunda milliyetçiliği esas alan bir siyasal proje ortaya koydu. Bu süreçte İslam’a yeni kurulan düzene “payanda” olma konumu biçildi. Çok partili hayata geçişten sonraki görece serbestlik ortamında önce dindarlık şeklinde ortaya çıkan Müslümanlığın kamusal görünürlüğü altmışlı yılların sonundan itibaren İslamcılık olarak adlandırılan başka bir siyasallığın adı olmaya başladı. Sonraki yıllarda hem bu süreci hem de İslamcılığın doğuş yılarını anlamlandırma bağlamında farklı bakış açıları ortaya konuldu. Önceleri Cumhuriyet rejiminin ötekileştirici irtica retoriği üzerinden yapılan ve ağırlıklı olarak Tarık Zafer Tunaya gibi isimlerin çalışmalarıyla belirginlik kazanan İslamcılık üzerine düşünme çabaları Şerif Mardin’den İsmail Kara’ya, Elizabeth Özdalga’dan Mümtazer Türköne’ye, Ali Bulaç’tan Ümit Aktaş’a, Alev Erkilet’ten Cihan Aktaş’a, Tanıl Bora’dan Hamza Türkmen’e, Ahmet Çiğdem’den Yasin Aktay’a uzanan farklı değerlendirmelere konu oldu ve hâlen de olmaya devam ediyor.
Küre Yayınları Anlayış dergisinde yayımlanan söyleşileri “Türkiye Söyleşileri” adıyla kitaplaştırmaya devam ediyor. Bu diziden çıkan kitaplardan biri Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık adını taşıyor. Kitapta yer alan söyleşilerde doğrudan doğruya İslâmcılık konulu olanlarla dolaylı olarak İslamcılığa değinenler Türkiye’de İslâmcılığın geçmişinin nasıl anlaşıldığını göstermesi bakımından oldukça önemli. Son yıllarda İslamcı entelektüeller ve İslami hareketler gerek teorik gerekse pratik alanda bir kriz yaşadıkları ortada. Zaten bir kriz ortamında ortaya çıkan İslamcılık açısından bu durum hayıflanılacak bir durum değil. Tam aksine üzerinde düşünülerek farklı bir biçimde yaratıcılığa kapı aralaması gereken bir durum. Doğrudan İslâmcılığı ele alan söyleşiler Cevat Özkaya ve Hamza Türkmen’le yapılmış olanlar bu bakımdan dikkate değer ipuçları sunuyor. Dolaylı olarak ise Beşir Ayvazoğlu ve Gökhan Çetinsaya ile yapılan söyleşilerin bazı bölümleri Türkiye İslâmcılığını tarihselleştirmek bakımından önemli.
İslamcılığın Tarihi
İslamcılık akımının ortaya çıkış sürecini, diğer fikir akımlarıyla tartışmalarını anlamak için Osmanlı İmparatorluğunun yaşamış olduğu bazı krizleri kendi tarihselliği içinde dikkate almak gerekir. Gökhan Çetinsaya ile gerçekleştirilen söyleşi Yeni Osmanlıların da önerdiği Pan -İslamist çerçevenin somut bir siyasete dönüşmesinin II. Abdülhamid döneminde gerçekleşmesine dikkat çekerek Tanzimat sonrasında yaşanan sıkıntılı süreçleri derinlikli bir biçimde kavramayı sağlıyor. Osmanlıcılıkla başlayan oradan Pan-İslamizme, Pan-İslamizmden de Türkçülüğe uzanan toplumsal kurtuluş programlarında yaşanan değişim sürecini şöyle özetliyor Çetinsaya: “ Hiç kuşkusuz biz bu ayrımları çok katı bir çerçeve içerisinde yapmıyoruz. Zaman zaman bu çizgilerin iç içe geçtiğini de görebiliyoruz. Fakat genel olarak baktığımızda Osmanlıcılığın yürümediği noktada İttihadı İslam politikasının, onun da yürümediği ve Müslüman unsurlar arasında da milliyetçi eğilimlerin yaygınlaşmaya başladığı noktada ise Türk milliyetçiliğinin önerildiğini görebiliyoruz. Fakat bu milliyetçiliğin bir halk hareketi olmadığını, elit düzeyinde bir milliyetçilik olduğunu ve öncelikle bir kültürel uyanış hareketi olarak başladığını belirtmekte yarar var.(…)
Türk milliyetçiliğinin açıkça dile getirilmeye, formüle edilmeye başlanması (…) Arap isyanı olarak bildiğimiz olaydan sonra ve Ortadoğu’nun fiilen Osmanlı’dan kopmasından itibarendir. Daha öncesinde Türk milliyetçiliğine İslamcıların en temel itirazı şudur: “Eğer Türkçülük yaparsanız, son İslam devletini zaafa uğratırsınız. Bu defa diğeri de Arapçılık yapar ve son İslam devleti de parçalanır.” Ne var ki, Arap isyanı sonrasında Türkçülük kamuoyu önünde sesli bir şekilde dile getirilmeye başlanır.”
Hamza Türkmen ise tartışmalı bir kavram olarak İslamcılığı yüz elli yıllık bir tarihle tanımlamanın yanlış olduğunu düşünmenin “zaaflı bir yaklaşım” olarak görüyor. İslamcılığın köklerinin, Müslümanların sosyal tarihindeki ıslah ve kıyam hareketlerinde tarihî derinliğini bulduğunu, bundan dolayı İslamcılığın “kimliğin vahiyle inşası ve Kur’ân’la billurlaşması; akidevi, kültürel ve yaşantı itibarıyla vahyi esas alan bir hayat sürme ve İslam’ı hâkim kılma; küresel veya yerel despotizme, zulme, haksızlığa, şirke ve cahilliğe karşı “Lâ” deme gayreti” olduğunu belirtiyor. Osmanlı’da İslamcılığın bir devlet politikası olarak benimsenmesi, II. Abdülhamid ve onun Panislamizm politikası hakkında da farklı değerlendirmeleri var Türkmen’in.
Öte yandan İslamcılık akımı hakkında Türkçe literatürde çizilen güzergâhın sağlıklı olup olmadığı üzerinde de durulmalıdır. Bundan dolayı İslamcılığı sadece Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi sürecinde imparatorluğun nasıl devam ettirilebileceğine, nasıl kurtarılabileceğine ilişkin ortaya çıkan düşünce akımlarından biri olarak ele alma tutumu sorgulanmalıdır. İslamcılığın farklı coğrafyalarda eşsüremli olarak ortaya çıkan İslami hassasiyetler olduğu şeklindeki yorum dikkate alındığında İslamcılığın Müslüman dünyanın sadece belli bir bölgesinde ortaya çıkan daha sonra diğer merkezlere yayılan bir hareket olarak değerlendirilmesi son derece yanıltıcıdır. Osmanlı hinterlandı dışında da benzer arayışların, çabaların olduğu dikkate alındığında İslamcılık tarihine ilişkin değerlendirmelerin Osmanlı toprakları ile sınırlandırılmaması gerekir. Belki tamı tamına kestirmek mümkün değil ama, bu sınırlandırma durumu yakın gelecekte de aşılamayacak
Muhafazakârlık Açısından İslâmcılık
Beşir Ayvazoğlu, Balkan savaşlarının Tanzimat’la birlikte gayrimüslim nüfusu bir arada tutmak için uygulamaya konulan Osmanlıcılık ideolojisini çökerttiğini ve Türkçülük akımının önünü açtığını ifade ediyor. Müslüman kavimlerden Arnavutların ve Arapların gerek İttihat Terakki’nin uygulamış olduğu Türkleştirme politikalarından dolayı gerekse milliyetçilik akımının etkisinde kalarak isyan etmeleri İslam birliği düşüncesinin dolayısıyla İslâmcılık akımının devre dışı kalması bakımından önemli bir husustur. Esasında Cumhuriyet sonrasına intikal eden düşünce akımlarının Türkçülük ve Batıcılık olmasının temelleri Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında imparatorluk topraklarında yaşanan gelişmelerle yakından ilgilidir. Ayvazoğlu’nun şu tespitleri yaşanan kırılmaları anlamak bakımından dikkate değerdir: “ II. Meşrutiyet, Birinci Büyük Harp ve Millî Mücadele, hatta Cumhuriyet’in kuruluş yılları, kafaların çok karışık olduğu, en dik duruşlu görünen aydınların bile zaman zaman şaşırtıcı savruluşlar yaşadıkları yıllardı. Aslında Osmanlıcılık, Batıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük diye kabaca tasnif edilen düşünce akımlarının ara renkleri de vardı ki bunlar yeterince araştırılmamıştır. Mesela Türkçü-İslâmcılar vardı; bunlardan Mehmed Âkif’in çok sevdiği ve ümit bağladığı bir aydın olan Şemseddin Günaltay, Cumhuriyet yıllarında Türk Tarih Tezi’nin radikal yapıcılarından biri oldu. Âkif’in de Millî Mücadele yıllarında yazdığı şiirlerde hemen fark edilen “Türkçü” bir vurgu vardı. (…) Cumhuriyet eliti, Gökalp’ın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde özetlediği projesinin “İslâmlaşmak” bölümünden hiç hazzetmemiş; İslâm’a bakışta, beslendikleri bu ana damarlardan radikal bir biçimde kopmuşlardı. Hilafetin ilgası, medreselerin ve tekkelerin kapatılması, bu kurumlar vasıtasıyla devam ettirilen ve gelecek nesillere aktarılan geleneğin ve kültürün aktarımını engelleme amacını taşıyor, pozitivizmi topluma bir çeşit “din” olarak dayatıyordu. Harf devrimi bu ameliyenin son noktasıdır. Böylece genç Cumhuriyet’in sadece Osmanlı tarihi ve kültürüyle değil, bütün bir medeniyetle bağlantısı kesildi. Bu ciddi bir kırılmadır ve bizi içinden geldiğimiz tarih ve medeniyet karşısında herhangi bir yabancının konumuna düşürmüştür.”
Türkiye’de İslamcılık akımı entelektüel düzlemde 1930’lu yıllarda tümüyle tasfiye edilmiştir. Eskiden İslâmcı olarak bilinen figürler ya düzene entegre olmuşlar ya suskunlaşmışlar ya da hicret etmek durumunda kalmışlardır. Said Nursi ise Şeyh Said İsyanı sonrasında yaşanan gelişmelerden dolayı inzivaya çekilmek için gittiği Van’dan Batı’ya sürgün edilmiştir. Bu sürgün aynı zamanda onu ister istemez suskun olma durumundan çıkarmış toplumsalın önüne geçmesini beraberinde getirmiştir.
Beşir Ayvazoğlu’nun söyleşisini önemli kılan temel husus İslamcılık ve muhafazakârlık ilişkisini/karşıtlığını değerlendirme üslubunda ortaya çıkmaktadır. Onun Kemalizm’in en büyük ideolojik rakibi olan İslâmcılığın serüvenini değerlendirme biçimi muhafazakârlığın İslamcılığı değerlendirme biçimini ve iki akım arasındaki çatışma noktalarını göstermektedir. Ayvazoğlu’nun İslamcılığın “tarihî tecrübeden tecrit edilmiş bir İslâm anlayışına dayandırdıkları ideolojileri”ni bir çeşit “toplum mühendisliği projesi” olarak görmesi aslında İslamcılığın kendisini varoluşsal olarak kurarken atıf yapmış olduğu peygamberler tarihini dikkate almadığını da ortaya koyuyor. Peygamberler uyarmak için gönderildikleri toplumlardaki olumluluklara sahip çıkmaları kadar şirke varan yanlışlıkları da düzeltme yönünde ortaya koydukları çaba ile de öne çıkarlar. Bu yüzden İslâmcıların toplum ve tarih değerlendirmelerinde bazı dönemlerde öne çıkan hurafeler, yanlış anlaşılan kavramlar noktasındaki hassasiyetleri Batıcılar veya Türkçüler gibi bir toplum mühendisliği projesinden değil, peygamberlerin insanlığın yeryüzü tarihinin başlangıcından bu yana ortaya koydukları örnekliğe tabi olma isteğinden kaynaklanır. Halkı hurafelerden kurtarmak ve Müslümanlığı hayata hâkim kılma noktasında İslâmcıların “İslâmî bir inkılab” istemelerinden en çok rahatsızlık duyanların muhafazakârlar olması Türkiye’de düşünce tarihi çalışmalarının üzerinde pek durmadığı konulardandır. İslamcılığın kendisine referans kabul ettiği İlahi Hitabın tedriciliği göz önünde bulundurulmadan muhafazakârlığın süreklilik içinde devam fikrinin öne çıkarılmasının ne kadar açıklayıcı olduğu hususu üzerinde mutlaka durulmalıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında tekkelerin ve türbelerin kapatılmasını açıkça eleştirdiği Kemalistlerin yapıp ettikleri ile İslâmcıların yapmak istediklerinin son tahlilde pek farklı olmadığını ifade etmenin anlamlı olup olmadığı üzerinde düşünülmelidir. Kitleleri “hurafe”lerden kurtararak aslî kaynaklara yöneltmek için gayret sarf etmeyi yermek de aynı şekilde ümmetin tarihinde vuku bulan ıslah çabalarının pek dikkate alınmadığını gösterir. İslâmcıların “hurafe” olarak gördükleri geleneklerle mücadele etmelerine rağmen bazı hurafelerin ve hurafe mekânlarının hâlâ yaşıyor olması sorunu İslâmcılığın değil bu kökleşmiş geleneklerin ve onların sürdürücülerinindir. Hatta daha çok din diye bu tür “hurafeleri” savunan, bunları “ gerçek Müslümanlık” olarak sunan sağ muhafazakârlığındır. Hele İslâmcıların muktedir olduklarında bu tür sapkınlıkları “yavaş yavaş ortadan kaldırmayı değil, bir anda kökten halletmeyi tercih edecek” oluşlarını zannetmek ve dahası bu zan üzerinden İslâmcıları “Kemalistlerinkine benzer bir toplum mühendisliğine soyun”makla suçlamak kelimenin tam anlamıyla İslâmcı literatürü bir yana bırakarak muhafazakâr refleksi postmodernlikle donatmaktır. Çünkü bir iyi, bir idea, bir hakikatten hareketle toplumsal alanı inşa etmek düşüncesi hem muhafazakârlığa hem de postmodernliğe aykırıdır. Anlaşılan İslâmcılık muhafazakârlığın korkulu rüyası. Tekrarlamakta fayda var: İslâmcılık çoğu zaman muhafazakâr bakış açısından negatif yüklem taşıyan bir “olay” olmuştur. Buna karşın Hayrettin Karaman gibi “Muhafazakârlar, İslamcılardan farklıdır” diyerek, İslâmcılığın muhafazakârlık içinde anılmasını tashih eden yaklaşımlar enine boyuna derinleştirilememiştir. Bu yaklaşım elan sürdürülmektedir. Mesela Doğu Batı dergisi Türkiye’deki ana akım düşünce ve siyasi pratikleri irdelerken İslamcılığı müstakil bir başlık olarak ele almadı. Ölçüleri hâkim eğilimlerce belirlenen düşünce tarihi araştırtmalarına İslâmcılığın düşünsel krizi de eklenince işin içinden çıkılması daha da güçleşiyor. Doğrusu mesafe/fark ayarını kaybetmeden bakmayı, görmeyi denemek.
Tercümelerin Türkiye İslamcılığına Katkıları
Türkiye’de genel olarak İslami hareketlerin gelişmesinin miladı olarak 1960’lı yıllara vurgu yapılır. Kuşkusuz bu düzçizgisel bir evrim değildir. İnsanın yeryüzü serüveninde olduğu gibi yükselişleri olduğu kadar düşüşleri de olan bir gelişmedir. Özellikle 1960 ihtilalinden sonra hazırlanan yeni anayasanın sağladığı ortamın da tesiri ile Mısır’dan ve Pakistan’dan yapılan tercümelerle İslamcılığın önemli bir değişim yaşadığı görülür. Ağırlıklı olarak Müslüman Kardeşler ve Cemaati İslami literatüründen yapılan tercümelere örgütlü bir İslami harekete bağlı olmayan Malik Bin Nebi, Muhammed Hamidullah gibi isimlerin eserleri de eklendiğinde tercümelerin dönemin okuyup yazan bütün isimlerini etkilediğini ifade etmek mümkündür. Kitapta yer alan Cevat Özkaya ve Hamza Türkmen söyleşileri bunu ortaya koymaktadırlar.
Tercüme hareketleri neticesinde oluşan siyasal bilinç noktasında Cevat Özkaya şunları ifade ediyor: “Seyyid Kutublar kısmi sömürge halinde yaşamış bir devlette ortaya çıktılar. Daha sonra beraberce mücadele verdikleri insanlar tarafından tasfiye edildiler. Yani onlar bir direniş tecrübesiyle ortaya çıktılar. Bizde ise dışarıdan sömürgeleştirme olmadı; bu toplum kendi kendini sömürgeleştirdi. Bu nedenle bizde sisteme karşı bir bilinç doğmadı; sistemi idare edenlerin iyi ve kötü olduklarına dair bir bilinç gelişti. Mısır’dan tercümelerle gelen etki bizi ilk defa bir sistem sorunuyla karşı karşıya getirdi. Ama bugün bile hâlâ belli yaşın üzerindeki insanların, bu devleti bir İslam devleti gibi algıladıklarını görürsünüz, ki 60’lı yıllarda bu algı çok daha yaygındı.”
Hamza Türkmen yetmişli yılların ortalarından itibaren tercüme hareketleri ile başlayan süreci “tevhidî uyanış süreci” olarak değerlendiriyor. Bu yıllardan önce toplumsal hayatta İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı olarak varlık kazanan İslamcılığı “Türkiye İslamcılığı” olarak tanımlıyor. Her iki çizginin Batılılaşma politikalarına direndiğini ama çözüm açısından bir farklılık ortaya koymadığını belirten Türkmen, Türkiye İslamcılığının eklektik kimliği nedeniyle var olan sistemin içinde yer almaya çalıştığını, tevhidî İslamcılığın ise sistemden bağımsız kimliğini oluşturmaya ve toplumu dönüştürmeye yöneldiğini fakat her iki akımın da, demokratik veya devrimci yolla kısa dönemde iktidarı hedefleyen çabalara yoğunlaşmalarını bir zaaf olarak görüyor.Mevdudi’nin Kur’ân’a Göre Dört Terim,Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’ine değinen Hamza Türkmen yeniden bir tarih ve toplum değerlendirmesi yapılması ve Kur’ân neslini oluşturma gerekliliğini vurgularken çeviri faaliyetleri ile birlikte “zaaflı, zayıf, mezhepçi, gerçekten fıtrata ve eşyanın tabiatına uymayan yaklaşımlar”ın da geldiğini belirtiyor.
Tercümelerin Türkiye İslamcılığına katkıları konusuna Nihat Armağan, Hayrettin Karaman, İsmail Kazdal, Ercümend Özkan, Metin Önal Mengüşoğlu gibi isimlerin gerek söyleşi ve yazılarında gerekse hatıralarında değinmiş olmaları Müslüman dünyadan yapılan tercümelerin önemini ortaya koymaktadır. Ne yandan bakılırsa bakılsın bugün gelinen noktada Türkiye’de araştırmasını, tahkik etmesini bilen insanlar için İslam’ı algılama düzeyi eskiye nispetle son derece ileri bir imkân sunuyor. Bu bilinçlenme sürecinde 60’lı yıllarda İslam dünyasından gelen ve İslam’ı bir bütün, bir dünya görüşü olarak sunan tercümelerin katkısı büyük. Tabii İslamcılığın sadece İslami nitelikli çeviri eserlerden değil başka çeviri eserlerden de etkilendiğini dikkate alınması lazım. Türkiye’deki İslâmcılık geleneğinde ortaya çıkan tercüme faaliyetlerini değerlendirirken olmazsa olmaz bu husus sadece Yücel Bulut’un MTSD dizisinin İslâmcılık cildinde yayımlanan “İslâmcılık, Tercüme Faaliyetleri ve Yerlilik” başlıklı yazısında dikkate alınmıştır.
Türkiye’de İslamcılığın seksenli yılların sonundan itibaren krize girmeye başladığını ifade eden yaklaşımları da var Özkaya’nın. Ona göre İran İslam Devrimi’nin verdiği heyecanla farklı sosyal ve kültürel çevrelere İslâm’ı anlatan İslamcıların hiç de donanımlı olmadıklarını fark etmeleri yapılan tartışmaların fetvacı bir fıkıh telakkisi ile sonuçlanmasının temel sebebi. Bu yüzeysel tartışmalar yanında İslam’ın sadece gündelik siyasetle birlikte düşünülmesi İslam ve İslamcılığın temel konularıyla ilgili esaslı düşünceler üretebilme imkanından yoksunluk 28 Şubat’ın estirdiği rüzgarla çok rahat bir biçimde eğilir hale geldi. O nedenle İslâmcılığın 28 Şubat olmasa da bir kriz yaşayacağını ifade eden Özkaya, iki binli yıllarda yani 28 Şubat ikliminin kısmen hafiflediği dönemde bile “İslamcılıkta ciddi bir fikrî ve fiilî canlanma” görülmeyişini yaşanan bu düşünsel krize bağlıyor. Elbette tümden umutsuz bir bakışın eşliğinde yapılan bir tespit değil onun söyledikleri. İslamcılığın yaşadığı sıkıntılar üzerinde düşünülmesi halinde bu sıkıntıların “verimli bir sıkıntı” olarak da görülebileceğinin altını çiziyor.
Hamza Türkmen ise hem modernizmin/postmodernizmin yapmış olduğu tahribatı hem de iktidar odaklı aceleciliğin meydana getirdiği olumsuzluklara dikkat çekerek şunları söylüyor: “Altı-yedi asırdan bu yana kaybettiğimiz diriliği, hemen beş-on sene içinde tesis etmek mümkün değil. Ama İslam’ı yaşamada kendi safhamızın gereklerini yapmak bizim ihtiyarımızda ve bu, gerçek inkılapçılık, devrimciliktir. Mevcut şartlarda İslam’ı talep eden insanlarla sağlıklı Kur’ân temelli bir diyalog, İslamî bir kimlik ve mücadele hattı oluşturabilir miyiz? En büyük derdimiz bu. Bence küresel sistemin de en fazla çekindiği mayalanma ihtimali işte bu.” Bu yaklaşımın bazı noktalarda içinde taşıdığı zaafları Alev Erkilet’in Eleştirellikten Uyuma’da yer alan yazılarından okumak mümkün.
Türkiye söyleşilerinde yer alan İslamcılık odaklı konuşmalar İslamcılığı tarihselleştirme biçimleri hakkında önemli bir toplam. Tekerrür eden yorgunluğu aşmak için önemli bu konuşmalar. Bunun yanında; İslamcı düşüncenin belli dönemlerde etkili olan kalıplarının artık eskisi kadar heyecan uyandırmadığı bir vasatta Türkiye bağlamında öncelikle İslâm’ı anlama ve yaşama ardından da düşünce ve siyaset akımı olarak ortaya çıkan İslamcılığın ne ifade ettiğini; İslami hareketliliklerin gelişme serüvenini, iç farklılıklarını, farklı ideolojilerle çatışma alanlarını anlamak bakımından önemli bir imkan. Kitabın kapak kompozisyonun Türkiye’de İslâmcılığın ana yönelimlerinin tarihsel arka planını, milliyetçilikle içli dışlı oluşunu görsel olarak göstermesinden dolayı dikkate değer bir çalışma olduğunu da belirtmek gerekir.
Yorumlar
Yorum Gönder