Ana içeriğe atla

İslamcılığın Tarihi, Mirası ve Krizi


İslamcılığın Tarihi, Mirası ve Krizi

Küre Yayınları Anlayış dergisinde yayımlanan söyleşileri “Türkiye Söyleşileri” adıyla kitaplaştırmaya devam ediyor. Bu diziden çıkan kitaplardan biri Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık adını taşıyor. 





Asım Öz / Dünya Bülteni / Kültür Servisi



Tanzimat’la birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşten kurtarmayı ve dağılmakta olan toplumsal düzeni toparlamayı hedefleyen düşünce akımları ortaya çıktı. Genel olarak  Batıcılık, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük şeklinde kategorize edilen bu akımlar  Cumhuriyet’in kurulmasıyla  birlikte önemli bir kırılma yaşadılar.  Cumhuriyet’i kuran ve Kemalist ideolojiyi şekillendiren kadro Batıcılık doğrultusunda milliyetçiliği esas alan bir siyasal proje ortaya koydu. Bu süreçte İslam’a yeni kurulan düzene “payanda” olma  konumu  biçildi. Çok partili hayata geçişten sonraki görece serbestlik ortamında önce dindarlık şeklinde ortaya çıkan Müslümanlığın kamusal görünürlüğü altmışlı yılların sonundan itibaren İslamcılık olarak adlandırılan  başka bir siyasallığın adı  olmaya başladı.  Sonraki yıllarda hem bu süreci hem de İslamcılığın doğuş yılarını anlamlandırma bağlamında farklı bakış açıları ortaya konuldu. Önceleri Cumhuriyet rejiminin ötekileştirici irtica retoriği üzerinden yapılan ve ağırlıklı olarak Tarık Zafer Tunaya gibi isimlerin çalışmalarıyla belirginlik kazanan İslamcılık üzerine düşünme çabaları Şerif Mardin’den İsmail Kara’ya, Elizabeth Özdalga’dan  Mümtazer Türköne’ye,  Ali Bulaç’tan Ümit Aktaş’a,  Alev Erkilet’ten  Cihan  Aktaş’a, Tanıl Bora’dan Hamza Türkmen’e, Ahmet Çiğdem’den  Yasin Aktay’a uzanan farklı değerlendirmelere konu oldu ve hâlen de olmaya devam ediyor.
Küre Yayınları Anlayış dergisinde yayımlanan söyleşileri “Türkiye Söyleşileri” adıyla   kitaplaştırmaya devam ediyor. Bu diziden çıkan kitaplardan biri Cumhuriyet, Milliyetçilik ve İslamcılık adını taşıyor. Kitapta  yer alan söyleşilerde doğrudan doğruya İslâmcılık konulu olanlarla  dolaylı olarak İslamcılığa  değinenler Türkiye’de İslâmcılığın geçmişinin  nasıl anlaşıldığını göstermesi bakımından oldukça önemli.  Son yıllarda İslamcı entelektüeller ve İslami hareketler gerek teorik gerekse pratik alanda bir kriz yaşadıkları ortada. Zaten bir kriz ortamında ortaya çıkan İslamcılık açısından bu  durum hayıflanılacak bir durum değil. Tam aksine üzerinde düşünülerek farklı bir biçimde  yaratıcılığa kapı aralaması gereken bir durum. Doğrudan İslâmcılığı ele alan söyleşiler Cevat Özkaya ve Hamza Türkmen’le yapılmış olanlar bu bakımdan  dikkate değer ipuçları sunuyor.  Dolaylı olarak ise Beşir Ayvazoğlu ve Gökhan Çetinsaya ile yapılan söyleşilerin bazı bölümleri Türkiye İslâmcılığını tarihselleştirmek  bakımından önemli.
İslamcılığın Tarihi
İslamcılık akımının ortaya çıkış sürecini,  diğer fikir akımlarıyla  tartışmalarını anlamak için Osmanlı İmparatorluğunun yaşamış olduğu  bazı krizleri  kendi tarihselliği içinde dikkate almak  gerekir. Gökhan Çetinsaya ile gerçekleştirilen söyleşi  Ye­ni Os­man­lı­la­rın da öner­di­ği  Pan -İslamist çer­çe­ve­nin so­mut bir si­ya­se­te dö­nüş­me­sinin  II. Ab­dül­ha­mid dö­ne­min­de  gerçekleşmesine dikkat çekerek Tanzimat sonrasında yaşanan sıkıntılı süreçleri derinlikli bir biçimde kavramayı sağlıyor.  Osmanlıcılıkla  başlayan  oradan Pan-İs­la­miz­me, Pan-İs­la­mizm­den de Türk­çü­lü­ğe uzanan  toplumsal kurtuluş programlarında yaşanan değişim sürecini şöyle özetliyor Çetinsaya: “ Hiç kuş­ku­suz biz bu ay­rım­la­rı çok ka­tı bir çer­çe­ve içe­ri­sin­de yap­mı­yo­ruz. Za­man za­man bu çiz­gi­le­rin iç içe geç­ti­ği­ni de gö­re­bi­li­yo­ruz. Fa­kat ge­nel ola­rak bak­tı­ğı­mız­da Os­man­lı­cı­lı­ğın yü­rü­me­di­ği nok­ta­da İt­ti­ha­dı İs­lam po­li­ti­ka­sı­nın, onun da yü­rü­me­di­ği ve Müs­lü­man un­sur­lar ara­sın­da da mil­li­yet­çi eği­lim­le­rin yay­gın­laş­ma­ya baş­la­dı­ğı nok­ta­da ise Türk mil­li­yet­çi­li­ği­nin öne­ril­di­ği­ni gö­re­bi­li­yo­ruz. Fa­kat bu mil­li­yet­çi­li­ğin bir halk ha­re­ke­ti ol­ma­dı­ğı­nı, elit dü­ze­yin­de bir mil­li­yet­çi­lik ol­du­ğu­nu ve ön­ce­lik­le bir kül­tü­rel uya­nış ha­re­ke­ti ola­rak baş­la­dı­ğı­nı be­lirt­mek­te ya­rar var.(…)
Türk mil­li­yet­çi­li­ği­nin açık­ça di­le ge­ti­ril­me­ye, for­mü­le edil­me­ye baş­lan­ma­sı (…) Arap is­ya­nı ola­rak bil­di­ği­miz olay­dan son­ra ve Or­ta­do­ğu’nun fii­len Os­man­lı’dan kop­ma­sın­dan iti­ba­ren­dir. Da­ha ön­ce­sin­de Türk mil­li­yet­çi­li­ği­ne İs­lam­cı­la­rın en te­mel iti­ra­zı şu­dur: “Eğer Türk­çü­lük ya­par­sa­nız, son İs­lam dev­le­ti­ni zaa­fa uğ­ra­tır­sı­nız. Bu de­fa di­ğe­ri de Arap­çı­lık ya­par ve son İs­lam dev­le­ti de par­ça­la­nır.” Ne var ki, Arap is­ya­nı son­ra­sın­da Türk­çü­lük ka­muo­yu önün­de ses­li bir şe­kil­de di­le ge­ti­ril­me­ye baş­la­nır.”
Hamza Türkmen ise tartışmalı bir kavram olarak İslamcılığı  yüz elli yıllık bir tarihle tanımlamanın yanlış olduğunu  düşünmenin “zaaflı bir yaklaşım” olarak görüyor.  İslamcılığın  köklerinin,  Müslümanların sosyal tarihindeki ıslah ve kıyam hareketlerinde tarihî derinliğini bulduğunu,  bundan dolayı  İslamcılığın  “kimliğin vahiyle inşası ve Kur’ân’la billurlaşması; akidevi, kültürel ve yaşantı itibarıyla vahyi esas alan bir hayat sürme ve İslam’ı hâkim kılma; küresel veya yerel despotizme, zulme, haksızlığa, şirke ve cahilliğe karşı “Lâ” deme gayreti” olduğunu belirtiyor. Osmanlı’da İslamcılığın bir devlet politikası olarak benimsenmesi, II. Abdülhamid ve onun Panislamizm politikası hakkında da farklı değerlendirmeleri var Türkmen’in.
Öte yandan İslamcılık akımı hakkında Türkçe literatürde çizilen güzergâhın  sağlıklı olup olmadığı üzerinde de durulmalıdır. Bundan dolayı  İslamcılığı  sadece Osmanlı’nın  tarih sahnesinden çekilmesi sürecinde imparatorluğun nasıl devam ettirilebileceğine, nasıl kurtarılabileceğine ilişkin ortaya çıkan düşünce akımlarından biri olarak ele alma tutumu  sorgulanmalıdır. İslamcılığın farklı coğrafyalarda eşsüremli olarak ortaya çıkan İslami hassasiyetler olduğu şeklindeki yorum dikkate alındığında  İslamcılığın Müslüman dünyanın sadece belli bir bölgesinde ortaya çıkan daha sonra diğer  merkezlere yayılan bir hareket olarak değerlendirilmesi son derece yanıltıcıdır. Osmanlı hinterlandı dışında da benzer arayışların, çabaların olduğu dikkate alındığında İslamcılık tarihine ilişkin  değerlendirmelerin Osmanlı toprakları ile sınırlandırılmaması gerekir.  Belki tamı tamına kestirmek mümkün değil ama, bu sınırlandırma durumu yakın gelecekte de aşılamayacak
Muhafazakârlık Açısından İslâmcılık
Beşir Ayvazoğlu, Balkan  savaşlarının Tanzimat’la birlikte  gayrimüslim nüfusu bir arada tutmak için  uygulamaya konulan  Osmanlıcılık ideolojisini çökerttiğini  ve Türkçülük akımının önünü açtığını ifade ediyor. Müslüman kavimlerden  Arnavutların ve Arapların   gerek İttihat Terakki’nin uygulamış olduğu Türkleştirme politikalarından dolayı gerekse milliyetçilik akımının etkisinde kalarak isyan etmeleri   İslam birliği düşüncesinin dolayısıyla İslâmcılık akımının  devre dışı  kalması bakımından önemli bir husustur.  Esasında Cumhuriyet sonrasına intikal eden düşünce akımlarının Türkçülük ve Batıcılık olmasının temelleri Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında imparatorluk topraklarında yaşanan gelişmelerle yakından ilgilidir. Ayvazoğlu’nun şu tespitleri yaşanan kırılmaları anlamak bakımından dikkate değerdir: “ II. Meşrutiyet, Birinci Büyük Harp ve Millî Mücadele, hatta Cumhuriyet’in kuruluş yılları, kafaların çok karışık olduğu, en dik duruşlu görünen aydınların bile zaman zaman şaşırtıcı savruluşlar yaşadıkları yıllardı. Aslında Osmanlıcılık, Batıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük diye kabaca tasnif edilen düşünce akımlarının ara renkleri de vardı ki bunlar yeterince araştırılmamıştır. Mesela Türkçü-İslâmcılar vardı; bunlardan Mehmed Âkif’in çok sevdiği ve ümit bağladığı bir aydın olan Şemseddin Günaltay, Cumhuriyet yıllarında Türk Tarih Tezi’nin radikal yapıcılarından biri oldu. Âkif’in de Millî Mücadele yıllarında yazdığı şiirlerde hemen fark edilen “Türkçü” bir vurgu vardı. (…) Cumhuriyet eliti, Gökalp’ın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde özetlediği projesinin “İslâmlaşmak” bölümünden hiç hazzetmemiş; İslâm’a bakışta, beslendikleri bu ana damarlardan radikal bir biçimde kopmuşlardı. Hilafetin ilgası, medreselerin ve tekkelerin kapatılması, bu kurumlar vasıtasıyla devam ettirilen ve gelecek nesillere aktarılan geleneğin ve kültürün aktarımını engelleme amacını taşıyor, pozitivizmi topluma bir çeşit “din” olarak dayatıyordu. Harf devrimi bu ameliyenin son noktasıdır. Böylece genç Cumhuriyet’in sadece Osmanlı tarihi ve kültürüyle değil, bütün bir medeniyetle bağlantısı kesildi. Bu ciddi bir kırılmadır ve bizi içinden geldiğimiz tarih ve medeniyet karşısında herhangi bir yabancının konumuna düşürmüştür.”
Türkiye’de İslamcılık akımı entelektüel düzlemde 1930’lu yıllarda tümüyle tasfiye edilmiştir.  Eskiden İslâmcı olarak bilinen figürler ya düzene entegre olmuşlar ya suskunlaşmışlar ya da    hicret etmek durumunda kalmışlardır. Said Nursi ise Şeyh Said İsyanı sonrasında yaşanan gelişmelerden dolayı inzivaya çekilmek için gittiği Van’dan Batı’ya sürgün edilmiştir. Bu sürgün aynı zamanda onu ister istemez suskun olma durumundan çıkarmış toplumsalın önüne geçmesini beraberinde getirmiştir.
Beşir Ayvazoğlu’nun söyleşisini önemli kılan temel husus İslamcılık ve muhafazakârlık ilişkisini/karşıtlığını değerlendirme üslubunda ortaya çıkmaktadır. Onun Kemalizm’in en büyük ideolojik rakibi olan İslâmcılığın serüvenini değerlendirme biçimi muhafazakârlığın İslamcılığı değerlendirme biçimini ve iki akım arasındaki çatışma noktalarını göstermektedir.  Ayvazoğlu’nun İslamcılığın “tarihî tecrübeden tecrit edilmiş bir İslâm anlayışına dayandırdıkları ideolojileri”ni bir çeşit “toplum mühendisliği projesi” olarak görmesi aslında İslamcılığın kendisini  varoluşsal olarak kurarken atıf yapmış olduğu peygamberler tarihini dikkate almadığını da ortaya koyuyor. Peygamberler uyarmak için  gönderildikleri toplumlardaki  olumluluklara sahip çıkmaları kadar şirke varan yanlışlıkları da düzeltme yönünde ortaya koydukları çaba ile  de öne çıkarlar. Bu yüzden  İslâmcıların  toplum ve tarih değerlendirmelerinde bazı dönemlerde  öne çıkan hurafeler, yanlış anlaşılan  kavramlar noktasındaki hassasiyetleri Batıcılar veya Türkçüler gibi  bir toplum mühendisliği projesinden  değil, peygamberlerin insanlığın yeryüzü tarihinin başlangıcından bu yana  ortaya koydukları örnekliğe tabi olma isteğinden kaynaklanır. Halkı hurafelerden kurtarmak ve  Müslümanlığı hayata hâkim kılma noktasında  İslâmcıların “İslâmî bir inkılab” istemelerinden en çok rahatsızlık duyanların muhafazakârlar olması Türkiye’de düşünce tarihi çalışmalarının üzerinde pek durmadığı konulardandır.    İslamcılığın  kendisine referans kabul ettiği İlahi Hitabın tedriciliği göz önünde bulundurulmadan muhafazakârlığın  süreklilik içinde devam fikrinin öne çıkarılmasının ne kadar açıklayıcı olduğu hususu üzerinde mutlaka durulmalıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın  Huzur romanında  tekkelerin ve türbelerin kapatılmasını açıkça eleştirdiği Kemalistlerin yapıp ettikleri ile İslâmcıların  yapmak istediklerinin son tahlilde pek farklı olmadığını  ifade etmenin anlamlı olup olmadığı üzerinde düşünülmelidir. Kitleleri “hurafe”lerden kurtararak aslî kaynaklara yöneltmek için gayret sarf etmeyi yermek de aynı şekilde ümmetin tarihinde vuku bulan ıslah çabalarının pek dikkate alınmadığını gösterir. İslâmcıların “hurafe” olarak gördükleri geleneklerle mücadele etmelerine rağmen bazı hurafelerin ve hurafe mekânlarının hâlâ yaşıyor olması sorunu  İslâmcılığın değil bu kökleşmiş geleneklerin ve onların sürdürücülerinindir. Hatta daha çok din diye bu tür “hurafeleri” savunan, bunları “ gerçek Müslümanlık” olarak sunan sağ muhafazakârlığındır. Hele İslâmcıların muktedir olduklarında bu tür sapkınlıkları  “yavaş yavaş ortadan kaldırmayı değil, bir anda kökten halletmeyi tercih edecek” oluşlarını zannetmek  ve dahası bu zan üzerinden  İslâmcıları “Kemalistlerinkine benzer bir toplum mühendisliğine soyun”makla suçlamak kelimenin tam anlamıyla İslâmcı literatürü bir yana bırakarak  muhafazakâr  refleksi postmodernlikle donatmaktır. Çünkü bir iyi, bir idea, bir hakikatten hareketle toplumsal alanı inşa etmek düşüncesi hem muhafazakârlığa hem de postmodernliğe aykırıdır. Anlaşılan  İslâmcılık muhafazakârlığın korkulu rüyası. Tekrarlamakta fayda var: İslâmcılık çoğu zaman muhafazakâr bakış açısından  negatif yüklem taşıyan bir “olay” olmuştur. Buna karşın  Hayrettin Karaman gibi “Mu­ha­fa­za­kâr­lar, İs­lam­cı­lar­dan fark­lı­dır” diyerek, İslâmcılığın muhafazakârlık içinde anılmasını tashih eden yaklaşımlar enine boyuna derinleştirilememiştir. Bu yaklaşım elan sürdürülmektedir. Mesela Doğu Batı dergisi Türkiye’deki ana akım düşünce ve siyasi pratikleri irdelerken İslamcılığı müstakil bir başlık olarak ele almadı. Ölçüleri hâkim eğilimlerce belirlenen düşünce tarihi araştırtmalarına İslâmcılığın düşünsel krizi de eklenince işin içinden çıkılması daha da güçleşiyor. Doğrusu mesafe/fark ayarını  kaybetmeden  bakmayı, görmeyi denemek.
 Tercümelerin Türkiye İslamcılığına Katkıları
Türkiye’de  genel olarak İslami hareketlerin gelişmesinin  miladı olarak 1960’lı yıllara vurgu yapılır. Kuşkusuz bu düzçizgisel  bir evrim değildir. İnsanın yeryüzü serüveninde olduğu gibi  yükselişleri olduğu kadar düşüşleri de olan bir gelişmedir.  Özellikle  1960 ihtilalinden sonra  hazırlanan yeni anayasanın sağladığı ortamın da tesiri ile Mısır’dan ve Pakistan’dan yapılan tercümelerle İslamcılığın önemli  bir değişim yaşadığı görülür. Ağırlıklı olarak Müslüman Kardeşler ve Cemaati İslami literatüründen yapılan tercümelere örgütlü bir İslami harekete bağlı olmayan Malik Bin Nebi, Muhammed Hamidullah gibi isimlerin eserleri de eklendiğinde  tercümelerin dönemin  okuyup yazan bütün isimlerini etkilediğini ifade etmek mümkündür. Kitapta yer alan  Cevat Özkaya ve Hamza Türkmen söyleşileri bunu ortaya koymaktadırlar.  
Tercüme hareketleri neticesinde oluşan siyasal bilinç noktasında Cevat  Özkaya şunları ifade ediyor: “Seyyid Kutublar kısmi sömürge halinde yaşamış bir devlette ortaya çıktılar. Daha sonra beraberce mücadele verdikleri insanlar tarafından tasfiye edildiler. Yani onlar bir direniş tecrübesiyle ortaya çıktılar. Bizde ise dışarıdan sömürgeleştirme olmadı; bu toplum kendi kendini sömürgeleştirdi. Bu nedenle bizde sisteme karşı bir bilinç doğmadı; sistemi idare edenlerin iyi ve kötü olduklarına dair bir bilinç gelişti. Mısır’dan tercümelerle gelen etki bizi ilk defa bir sistem sorunuyla karşı karşıya getirdi. Ama bugün bile hâlâ belli yaşın üzerindeki insanların, bu devleti bir İslam devleti gibi algıladıklarını görürsünüz, ki 60’lı yıllarda bu algı çok daha yaygındı.”
Hamza Türkmen yetmişli yılların ortalarından itibaren  tercüme  hareketleri ile  başlayan süreci  “tevhidî uyanış süreci” olarak değerlendiriyor. Bu yıllardan önce  toplumsal hayatta İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı olarak varlık kazanan İslamcılığı “Türkiye İslamcılığı”  olarak  tanımlıyor. Her iki çizginin Batılılaşma politikalarına direndiğini ama çözüm açısından bir farklılık ortaya koymadığını belirten Türkmen,  Türkiye İslamcılığının eklektik kimliği nedeniyle var olan sistemin içinde yer almaya çalıştığını, tevhidî İslamcılığın ise sistemden bağımsız kimliğini oluşturmaya ve toplumu dönüştürmeye yöneldiğini fakat her iki akımın da, demokratik veya devrimci  yolla kısa dönemde iktidarı hedefleyen çabalara yoğunlaşmalarını bir zaaf olarak görüyor.Mevdudi’nin  Kur’ân’a Göre Dört Terim,Seyyid Kutub’un  Yoldaki İşaretler’ine değinen  Hamza Türkmen yeniden bir tarih ve toplum değerlendirmesi yapılması ve Kur’ân neslini oluşturma gerekliliğini vurgularken  çeviri faaliyetleri ile birlikte  “zaaflı, zayıf, mezhepçi, gerçekten fıtrata ve eşyanın tabiatına uymayan yaklaşımlar”ın da geldiğini belirtiyor.
Tercümelerin Türkiye İslamcılığına katkıları konusuna Nihat Armağan, Hayrettin Karaman, İsmail Kazdal, Ercümend Özkan, Metin Önal Mengüşoğlu  gibi isimlerin   gerek söyleşi ve yazılarında  gerekse hatıralarında   değinmiş olmaları  Müslüman dünyadan yapılan tercümelerin önemini ortaya koymaktadır. Ne yandan bakılırsa bakılsın bugün gelinen noktada Türkiye’de araştırmasını, tahkik etmesini bilen insanlar için İslam’ı algılama düzeyi eskiye nispetle son derece ileri bir imkân sunuyor.  Bu bilinçlenme sürecinde 60’lı yıllarda İslam dünyasından gelen ve İslam’ı bir bütün, bir dünya görüşü olarak sunan  tercümelerin katkısı büyük. Tabii İslamcılığın sadece İslami nitelikli çeviri eserlerden değil başka çeviri eserlerden de  etkilendiğini dikkate alınması lazım.  Türkiye’deki  İslâmcılık geleneğinde ortaya çıkan tercüme faaliyetlerini  değerlendirirken olmazsa olmaz bu husus sadece Yücel Bulut’un MTSD dizisinin İslâmcılık cildinde yayımlanan  “İslâmcılık,  Tercüme Faaliyetleri ve Yerlilik” başlıklı yazısında dikkate alınmıştır.  
Türkiye’de İslamcılığın seksenli yılların sonundan itibaren  krize girmeye başladığını ifade eden yaklaşımları da var Özkaya’nın.  Ona  göre İran İslam  Devrimi’nin verdiği heyecanla  farklı sosyal ve kültürel  çevrelere  İslâm’ı anlatan İslamcıların hiç de donanımlı olmadıklarını fark etmeleri yapılan tartışmaların fetvacı bir fıkıh telakkisi ile sonuçlanmasının temel sebebi. Bu yüzeysel tartışmalar yanında   İslam’ın sadece gündelik siyasetle birlikte düşünülmesi İslam ve İslamcılığın  temel konularıyla ilgili esaslı düşünceler üretebilme imkanından yoksunluk 28 Şubat’ın estirdiği rüzgarla çok rahat bir biçimde eğilir hale geldi. O nedenle İslâmcılığın 28 Şubat olmasa da  bir kriz yaşayacağını ifade eden Özkaya,  iki binli yıllarda  yani 28 Şubat ikliminin  kısmen hafiflediği  dönemde bile  “İslamcılıkta ciddi bir fikrî ve fiilî canlanma” görülmeyişini  yaşanan bu düşünsel  krize bağlıyor. Elbette tümden umutsuz bir bakışın eşliğinde yapılan bir tespit değil onun söyledikleri. İslamcılığın yaşadığı sıkıntılar üzerinde düşünülmesi halinde bu sıkıntıların “verimli bir sıkıntı” olarak da görülebileceğinin altını çiziyor.
Hamza Türkmen ise hem modernizmin/postmodernizmin yapmış olduğu tahribatı hem de iktidar odaklı aceleciliğin meydana getirdiği olumsuzluklara dikkat çekerek şunları söylüyor: “Altı-yedi asırdan bu yana kaybettiğimiz diriliği, hemen beş-on sene içinde tesis etmek mümkün değil. Ama İslam’ı yaşamada kendi safhamızın gereklerini yapmak bizim ihtiyarımızda ve bu, gerçek inkılapçılık, devrimciliktir. Mevcut şartlarda İslam’ı talep eden insanlarla sağlıklı Kur’ân temelli bir diyalog, İslamî bir kimlik ve mücadele hattı oluşturabilir miyiz? En büyük derdimiz bu. Bence küresel sistemin de en fazla çekindiği mayalanma ihtimali işte bu.”  Bu yaklaşımın bazı noktalarda içinde taşıdığı  zaafları Alev Erkilet’in Eleştirellikten Uyuma’da yer alan yazılarından  okumak mümkün.
Türkiye söyleşilerinde yer alan İslamcılık odaklı konuşmalar İslamcılığı tarihselleştirme biçimleri hakkında önemli bir toplam.  Tekerrür eden  yorgunluğu aşmak için önemli bu konuşmalar. Bunun yanında; İslamcı düşüncenin belli dönemlerde etkili olan kalıplarının artık eskisi  kadar heyecan uyandırmadığı bir vasatta  Türkiye bağlamında öncelikle  İslâm’ı anlama ve yaşama  ardından da düşünce ve siyaset akımı olarak  ortaya çıkan İslamcılığın ne ifade ettiğini; İslami hareketliliklerin gelişme serüvenini, iç farklılıklarını,  farklı ideolojilerle çatışma alanlarını anlamak  bakımından önemli  bir imkan.  Kitabın kapak kompozisyonun  Türkiye’de İslâmcılığın ana yönelimlerinin  tarihsel arka planını, milliyetçilikle içli dışlı oluşunu  görsel olarak  göstermesinden dolayı  dikkate  değer bir çalışma olduğunu da belirtmek gerekir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsmet Özel’in Erbain Den Alıntılar

Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Üç Frenk Havası 1. Capriccio Alum Gülünç bir ölümle öldü deniyor Max Stirner için çünkü mahvına sebeb nihayet bir sinektir ama Fanya Kaplan nasıl öldü diye sorarsak sanırım işimiz fazlasıyla ciddileşir. *** 2.Alum Cantabile Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı durmadanbeyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara güneşin zekasıyla doymak isterdim kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı ban Tahrik yürek elbet acıyor esvap deği...

Hatırı Sayılır Sözler

Hatırı sayılır sözler   Aşk ruhların çeşitli yaratıkların arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesi demektir. İbnihazm * Gemisini kurtardığı için kaptan olmayı hak ettiğini düşünen kişiler bireyciliği göklere çıkardılar. Bunu yapmış olmakla da tarihteki en hastalıklı adlandırmayı gerçekleştirdiler. İsmet Özel * Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez onları alışmış oldukları tokluk öldürür İbni Haldun * Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak sanattır. Goethe * Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması insanların düşünememesidir. Jean-Paul Sartre * Yaratan'ın karşısına bunca büyük yapıtı okumamış olarak çıkmak düşüncesi beni çileden çıkarıyor. Oliver Wendell Holmes * Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır... Mayakovsky * Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan,  âl...

İsmet Özel

Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?-Yaşama!-Ya bileydim?Yazar: MıydımHiç: Şiir . Münacaat Bu yaşa erdirdin beni,gençtim almadın canımı ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak büklümlerinin içten ve dışardan sarmaladığı günlerde bir zamandı heves etti m gölgemi enginde yatan o berrak sayfada gezindirsem diye ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende. Vakti vardıysa aşkın,onu beklemeliydi genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için halbuki aşk,başka ne olsundu hayatın mazereti demedim dilimin ucuna gelen her ne ise vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi. Hata yapmak  fırsatını Adem’e veren sendin bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım Ademo...