
Kimin nesi, nerenin neyiyiz? Yerimizi bilelim. Bu zahmete
girebilmemiz için bize hafıza verildi. Önce kim olursak olalım hatıra
getirmemiz gereken, başımıza modernlik adı verilen bir belânın sarılıp
sarılmadığıdır. Modernlik ders çıkarmamız için Allah’ın bizi uğrattığı bir
felâket değil midir? Bu suale hangi sebeple olursa olsun, “Evet, öyledir” diye
cevap veren mümtazlardan biri isek, hemen bilmemiz gerekiyor ki, mensubiyetleri
“modernlik belâ değildir” diyenler taifesinde olanlar can düşmanlarımızdır. “Benim
bu işlere aklım ermez” diyenler her kimler ise, onlar da, düşmanlarımızın
köleleridir. O halde en kestirme kavrayışla modernliğin özüne nüfuza
yeltenelim: İşini kapitalizm kelimesini ağzına almaksızın yürütme uyanıklığı
gösterenlerin tercih ettiği kelime modernliktir.
Başımıza modernlik adı verilen bir belâ sarıldı. Modernlik
bizi içine ne evrilmek, ne de devrilmek suretiyle aldı. Modernliğin tuzağına
düşmemiz, zahmetli bir gelişme(!)nin sonucu olarak değil; birilerinin el
çabukluğundan husule geldi. Dünyada ne olduysa hep birilerinin lehine ve hep
başka birilerinin aleyhine oldu. Kazananlar kimlerdi, kimdi kaybeden? Bu mühim
sualin biri görünene göre, diğeri görünmeze göre olmak üzere iki cevabı var.
Asrileşen insanlar olarak hepimiz modernlik sebebiyle ahlâkî bir tercih
karşısında bırakıldık. Görünen her ne olursa onun bir görünmeyen düşmanı vardı
ve görünen başka görünenlerle değil, bilhassa o görünmeyenle “sıcak” savaş
halindeydi. Bize, biz insanlara bu çatışma esnasında düşen ne idi? Ya hak etse de,
etmese de kazananlar safında yer alacaktık veya kazansa da, kaybetse de talip
olduğu şeyi hak etmişlerin teşkil ettiği cepheye dahil olacaktık. Ellerimiz ve
beynimiz birlikte bir şeyin cereyanına iştirak edecekti. Ahlâki tercihimiz
ömrümüzü dünya hayatında hangi bilginin uğruna sarf edeceğimizi de tayin
edecekti.
Benim bahşedilen ömrümün büyük kısmı, bidayette solcu
numarası yapan solcular ve bilahare Müslüman numarası yapan Müslümanlar
arasında geçti. En önemli şey kimin nesi, nerenin neyi olduğumdu. Hangi
anlayışın tezahürüydüm? Bana bahşedilen ömür 1919’da Ali Rıza Paşa kabinesi
tarafından Wilson prensipleri dikkate alınarak ilân edilmiş Misak-ı Millî’nin
zihin kabuğu içinde geçiyordu. 27 Mayıs 1960 darbesi bir cins zihin kabuğunu
kırıp parçaladı.
Ne yaptımsa kabuğu kırılıp parçalanmış bir zihin vasatında
yaptım. Komünistlik ve şeriatçılık bir zihin çerçevesi teklif ediyordu. “Aşırı
uçlar” itaatsizlik şartına, olan bitenin mahiyetine nüfuz etme şartına
bağlıydı. Dolayısıyla genç yaşımda, “Ben bu işten anlamam” diyenleri sür’atle
terk ettim. Yani beraberliğim her zaman ideologi ehli ile olmak zorundaydı.
Dostluğu zihin alanında arayan biriydim.
Dostluğun başka herhangi bir yerde aranacağına ihtimal vermedim. Nimetin fark etmede, fark edişte olduğunu başından
biliyordum. Çocukluk yıllarım her türlü tatmin vasıtasına ayarlanmış
yakınlıkların kaypaklığa, mızıkçılığa yer açtığı tecrübesi edinmeme yetmişti.
Çocuk oyunlarından öğrendiğim kadarıyla bağlanma çerçevesinde yaşanan her şey
bağlananların dayanışmasına gidiyordu. Sadakatin en üstün değer olması benim
gözümde gayet tabiî idi. Bir davaya bir bedel ödeyerek bağlanış beraberinde
benzerlere itimat alanını da sağlıyor olmalıydı. Türk toplum hayatında solcu
bilinmenin ve Müslüman bilinmenin alelâdeyi (işten anlamama kolaycılığını)
geride, dışarıda bırakmış bir itimat bölgesi üretmeksizin var olamayacağı
intibaını edinmem kaçınılmazdı.
Dünyaya bu açıdan bakışım beni yıllar yılı sempati hatası
içinde avuttu. Bu türden hataya düşmek ve giderek düştüğün hatayı sevmek,
hatayı senin hatan olması hasebiyle sevmek insan olmanın, insanlığa doğru yol
almanın vazgeçilmez bir kısmıdır. Bütün insanlar olgunlaştıkları güne kadar,
dünyanın kendilerini kıskıvrak yakalayışından bir zevk duyar. Çünkü her insan
dünya tarafından kuşatılmışlığını hatalı bir biçimde dünyanın kendisini
kucaklayışı, himaye edişi olarak algılar. Siyaset aktörlerinin saklı tutulmuş
niyetler sebebiyle hareket ettiklerini
solcularla geçirdiğim gençliğimde ve Müslümanlarla geçirdiğim orta
yaşlılığımda fark etmem imkânsızdı. Mîsâk kelimesinin “antlaşma, sözleşme”
mânâsına geldiğini bile bilmiyordum. İhtiyarlığımda gördüm ki, meğer gerek işbu
solcular ve gerekse işbu Müslümanlar bizzat “Misak-ı Millî düşmanları”
tarafından numaralanmış kimselermiş. Onlara numara verenler aynı zamanda
Türkiye dışından Türkiye hakkında kararlar alanlarmış. Numaraladıkları
kimseleri puanlamaya tâbi tutanlar yine onlarmış. Türkiye içinde gerek
başarıyla taçlandırılmış olanlar ve gerekse bu taçlandırmaya acıkmış olanlar
önce numaralanmak ve sonra puan toplamak için can atıyorlarmış.
Modernliğin tabiatı şöyledir: Firavunluk merkezi tarafından
numaralanmak ve aynı merkezin kendilerine vereceği puan için yapılabilecek her
numarayı yapmak... Türkiye’de ve kontrol altında tutulan, üzerlerindeki
kontrolü ekmek kapısı sayan her ülkede mevki, makam, servet ve şöhret olmanın
yolu budur. Bu yolu bile isteye terkedenlerin durumu ne ola? Yani ömürlerini
dünya hayatının makbul ölçülerine göre yüksek bir mevki, bir buyurgan makam,
refaha ve tatmine yarayan servet, sigorta yerine geçen bir şöhret fırsatlarını
umursamadan geçirenler ne yapar?
Onlar firavunluk merkezinin davetine icabet etmez. Aslî bir
daveti, ilmin davetini yeğâne çağrı bildiklerinden dünya hayatının dayattığı
ölçülere bigânedirler. Onlara ilm yaratılmış olma serencamına kapılmış
gitmeleri için verilmiştir. Gidiş istikametleri boyunca öğrendikleri şeyler
vardır. Bilirler ki, başlangıçta davet vardı ve davet şartlar ne olursa olsun
elde kalan son şeydi. Buyurulmalıydı. Muhatap olmakla başlayan şey hiçbir şey
olmayabileceği halde bir şeyin illâ olabilmesine davetti. İmkânı sağlayan
davetti. Bilgiye ulaşma davetle mümkündü. Davet demek imâna yer açmak, mü’mine
yer göstermek demekti. Göster. Yönel. Gösterenin yöneldiği kadar, yönelen de
gösteriyordu. Yönelme ihtiyacı insana yaraşır hissiyatı doğurdu. İnsanca
hissediş içte yönelme ihtiyacı olduğunun farkına varış suretiyle kazanç
sağlıyordu. Kazancı kaybetmemek istikamet tutturmayı gerekiyordu. Olmuştu,
oluyordu, olacaktı. Bilgi çağırılmış olandı. Bilgiyi bilmeğe olan teveccüh
çağırdı. Davete icabet esastı.
Yer ve gök davete gönüllüce icabet etti. Etmeselerdi yer ile
gök arasında bulunmak esas olmayacaktı. Yerin ve göğün rızasına liyakat
kesbedebilmek için bulunmayı beklemek şarttı. Beklemek, vakti beklemek, davetin
vaktini beklemekti. Şartları yerine getirmeyenler esası kaale almadı. Esasın
reddedilmesiyle küfrün de bir yol gösterdiği fikrine delil gözüyle bakanlar
oldu. Kâfir aslın yokluğuna hükmedene denildi. Herşeyin satıhta, ancak
ortalamayla algılanabildiği kadar varolduğu mahallinde donuklaşanlar küfre
garkoldu. İnsanın ahsen-i takvim üzere yaratıldığını unutanlar esfel-i
safilinde karar kıldı. Kelimelerin nelere delâlet ettiğini bilmeksizin “Kâfir
olsun, mü’min olsun insan insandır” diyenler çoğaldı. İnsanın yapısı sual
olundukta her insan örtündüğü şeyden anlaşıldı. Bütün örtüler aklın mekiği ile
ilm olarak dokunmuştu. Mekiğin bünyesinde ilm ve imân iki sivri uç olarak
belirdi. Dokuyuş, dokuma, dokunma mekik uçlarının küfr ile imân arasında gidip
gelişiyle vâki oldu.
Vakt içre vuku bulan ilmin ümmetidir. Allah Müslümanlar
üzerinde nimetini tamamlamıştır. İlmin ümmetinin varlığı hissedilen bir vakıa
durumuna yükselmişse, bu ümmetin kendi âlimini çağırmakta gecikmeyeceği bedihidir.
İsmet Özel, 18 Ağustos 2012 / http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
Yorumlar
Yorum Gönder