Şiir
olmadan, insan da düşünce de varolamaz
Hegel, -Batı’da- şiirin bittiğinden sözederken,
ruhunda ne tür fırtınalar esiyordu, bilmiyoruz… (Ruhunda gerçekten fırtınalar
esiyor muydu Hegel’in, o da bir bahs-i diğer elbette.).
06 Haziran 2011 Pazartesiyenisafak
Yusuf
Kaplan
Şiir olmadan, insan da, düşünce de varolamaz
Ünye’de yayımlanan “edebiyat ve düşünce dergisi”
Kertenkele üzerinden şehrin ve hayatın, insanın ve hakikatin izini sürmeye
başlamıştım.
Şunu diyordum: Türkiye’nin yaşadığı metamorfoz
süreci, sanatı, “merkez” olarak görülen büyük kent’ten kovdu: Yapaylığın,
sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve
düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi.
Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat,
hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, “şehir”den
kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi
kaçınılmazlaşır.
“Taşra” olarak görülen yerde, hakikatin mayası
karılıyor Türkiye’de: Kertenkele, hakikatin, mayasının karıldığı, özenle
yeşertildiği, yemiş vermeye durdurulduğu sahici, hakîkî, samîmî bir ruhun her
sayfasına nüfûz ettiğini gördüğümüz bir ışık, Anadolu’dan yayılan bir ruh
huzmesi.
Derginin son (Haziran-Ağustos) sayısında, “içsöz”
olarak adlandırılan “editoryal”de, enfes bir şiir manifestosu var: Modern Türk
şiirinin folklor üzerinden serencamını dört sayfada özenle tartışan bir
ufuk-metin. Bu özgün metin bir hayli kışkırttı beni…
* * *Şiirsiz düşünce olmaz: Şiirin olmadığı yerde,
düşünce de yoktur, hayat da.
Hegel, -Batı’da- şiirin bittiğinden sözederken,
ruhunda ne tür fırtınalar esiyordu, bilmiyoruz… (Ruhunda gerçekten fırtınalar
esiyor muydu Hegel’in, o da bir bahs-i diğer elbette.).
Gerçek, aslında Hegel’in tasvir ettiğinden daha
başka, bambaşka bir “yerdeydi”: Şiir, Batı’da, tam da Hegel’in bittiğini
söylediği “aralık”ta, “a’raf”ta varolmaya başlamıştı: Romantiklerden önce
Batı’da -Blake’i filan dışta bırakacak olursak- şiir var mıydı, gerçekten?
Heidegger’in düşünceyi üreten değil, öldüren bir
“araç” olarak nitelediği akıl, Batı’da Romantiklerle birlikte Batılı
sanatçıları “akılalmaz” yolculuklara çıkmaya hüküm giydirmişti: Aydınlanma
çağının bir yüzyıl içinde kıyasıya eleştirilmeye başlanmasından sonradır ki,
Batı’da karşı-Aydınlanma çağının habercileri ve öncüleri Romantikler, Batı’da
da şiir yazılabileceğini gösterdiler.
* * *Şiirin bu aralık’taki işlevi, modernliğin aklı
dondurması ve hayatı kaskatı pozitivizmin prangalarına mahkûm ederek söndürmesi
sürecinde, insana hayatı ve hakikati/ni hatırlatmaktı: Modernlik, tastamam bir
ruhsuzlaşma biçimi üretiyordu: Hayatı yok ediyordu; insanı yok ediyordu;
hakikati yok ediyordu: varlığa ve ruha kastetmişti her şeyden önce, bundan daha
kötü bir şey olabilir miydi, insanın başına gelebilecek?
O yüzden müzikten romana, tiyatrodan şiire, resimden
sinemaya kadar sanatın bütün türlerinde, modernliğin vaatlerini
gerçekleştirememesine karşı başlatılan modernizm, Batılı insanın eşiğine
sürüklendiği ve bütün dünyayı da beraberinde sürüklediği varoluşsal felâketi
haber veren bir başkaldırı hareketi olarak Romantiklerden bayrağı devralmıştı.
Batı’da düşünceyi bitiren şey, şiirin varolma
imkânlarının varol/a/mamasıydı: Şiirin en büyük düşmanı elbette ki, modernliğin
bizatihî kendisiydi: O yüzden Batı’da bütün büyük şairler, modernliğin içinden
geldikleri için değil, modernliğe karşı bir yerde durdukları için şiir
yazabilmişlerdi. Goethe’den Rilke’ye, Wordsworth’tan Coleridge’e, Valery’den
Prevert’e kadar…
Batı’da şiir, modernliğe karşı varolabilmişti:
Modernliğin “hayatı cehenneme çevirdiğini” haykırabildikleri bir yerde
durabildikleri zaman şiir yazabiliyorlardı modernliğin isyankâr çocukları.
Şiir, negativite üzerine kurulmuştu Batı’da.
Burada/n insanı kavrayan, kanatlandıran, insana ve hayata ruh üfleyen bir şiir
çıkabilmesi zordu: Romantiklerden sonra Batı’da bir daha şiir yazılamadı o
yüzden.
Aydınlanmacı aklın epistemolojik iyimserliğinin, bir
yüzyıl geçmeden ontolojik kötümserliğe dönüşüvermesi, insanı da, hayatı da yok
eden bir varoluşsal katastrofun eşiğine getirip bırakmıştı Batılı insanı.
Modernlik, ruhu öldürmüştü: Romantiklerin şiir
yazabilmesini mümkün kılan yer, işte bu yersizlik yurtsuzluk, ontolojik
evsizlik hâliydi: Şiir, insanın varoluş ve yokoluş serüvenleri yaşadığı
zamanların çocuğu olarak doğar/dı zira. Yokoluş zamanlarında, kendisi de
yokolmaktan kurtulamaz sonunda: İşlevini yerine getirir ve yerine çekilir
yeniden. Çünkü varedici, hayat bahşedici, hayata ruh üfleyici bir vasatın
çocuğu olmadığı için bu şiir / negativite şiiri, bizzat kendisi de kısa bir
süre sonra sırra kadem basmaktan kurtulamaz.
Varedici şiir, şiiri de, hayatı da her dâim yeniler;
insana da, hayata da taptaze bir ruh üfler.
* * *Hegel, şiirin bittiğinden sözederken, hayatın,
dolayısıyla düşüncenin bittiğini söylemek istiyordu belki de. İşte tam bu
noktada, bu yokoluş mevsiminde, Batı uygarlığının belki de en büyük şairi
Nietzsche, yokoluşa, her şeyi yok eden, çözen, bitiren dekadansla dans
vaziyetlerine dikkat çekebilecek bir yerde durduğu için öne çıkmış, insanlığın
varoluş ve hakikat sorunlarını iliklerine kadar ruhunda hisseden bir düşünür
olarak gelmekte olan felâketi olanca gür sesiyle haykırarak haber vermişti.
Kertenkele’nin “içsöz”ünün yazarının da ima ettiği
gibi, modern Türk şiiri, insanı ve hayatı vareden, bize ruh bahşeden asil
şiirimizi, hakikatin şiirini öldüren, düşünceyle bağlarımızı koparan bir ağ
işevi görüyordu da bizim haberimiz mi yoktu yoksa?
Şiir olmadan, insan da, düşünce de varolamaz
Ünye’de yayımlanan “edebiyat ve düşünce dergisi”
Kertenkele üzerinden şehrin ve hayatın, insanın ve hakikatin izini sürmeye
başlamıştım.
Şunu diyordum: Türkiye’nin yaşadığı metamorfoz
süreci, sanatı, “merkez” olarak görülen büyük kent’ten kovdu: Yapaylığın,
sahteliğin, gösterinin, ayartının, kopyenin hükümferma olduğu sığ bir sanat ve
düşünce vasatı üretti. Sanatı bayatlaştırdı, banalleştirdi.
Sanatın olmadığı yerde, fikir üretilemez. Has sanat,
hakîkî fikrin ikiz kardeşi ve yol arkadaşıdır: Hakîkat fikri, “şehir”den
kovulmuşsa, onun yerine sahteliğin konuluvermesi, kuruluvermesi
kaçınılmazlaşır.
“Taşra” olarak görülen yerde, hakikatin mayası karılıyor
Türkiye’de: Kertenkele, hakikatin, mayasının karıldığı, özenle yeşertildiği,
yemiş vermeye durdurulduğu sahici, hakîkî, samîmî bir ruhun her sayfasına nüfûz
ettiğini gördüğümüz bir ışık, Anadolu’dan yayılan bir ruh huzmesi.
Derginin son (Haziran-Ağustos) sayısında, “içsöz”
olarak adlandırılan “editoryal”de, enfes bir şiir manifestosu var: Modern Türk
şiirinin folklor üzerinden serencamını dört sayfada özenle tartışan bir
ufuk-metin. Bu özgün metin bir hayli kışkırttı beni…
* * *Şiirsiz düşünce olmaz: Şiirin olmadığı yerde,
düşünce de yoktur, hayat da.
.jpg)
Gerçek, aslında Hegel’in tasvir ettiğinden daha
başka, bambaşka bir “yerdeydi”: Şiir, Batı’da, tam da Hegel’in bittiğini
söylediği “aralık”ta, “a’raf”ta varolmaya başlamıştı: Romantiklerden önce
Batı’da -Blake’i filan dışta bırakacak olursak- şiir var mıydı, gerçekten?
Heidegger’in düşünceyi üreten değil, öldüren bir
“araç” olarak nitelediği akıl, Batı’da Romantiklerle birlikte Batılı
sanatçıları “akılalmaz” yolculuklara çıkmaya hüküm giydirmişti: Aydınlanma
çağının bir yüzyıl içinde kıyasıya eleştirilmeye başlanmasından sonradır ki,
Batı’da karşı-Aydınlanma çağının habercileri ve öncüleri Romantikler, Batı’da
da şiir yazılabileceğini gösterdiler.
* * *Şiirin bu aralık’taki işlevi, modernliğin aklı
dondurması ve hayatı kaskatı pozitivizmin prangalarına mahkûm ederek söndürmesi
sürecinde, insana hayatı ve hakikati/ni hatırlatmaktı: Modernlik, tastamam bir
ruhsuzlaşma biçimi üretiyordu: Hayatı yok ediyordu; insanı yok ediyordu;
hakikati yok ediyordu: varlığa ve ruha kastetmişti her şeyden önce, bundan daha
kötü bir şey olabilir miydi, insanın başına gelebilecek?
O yüzden müzikten romana, tiyatrodan şiire, resimden
sinemaya kadar sanatın bütün türlerinde, modernliğin vaatlerini
gerçekleştirememesine karşı başlatılan modernizm, Batılı insanın eşiğine
sürüklendiği ve bütün dünyayı da beraberinde sürüklediği varoluşsal felâketi
haber veren bir başkaldırı hareketi olarak Romantiklerden bayrağı devralmıştı.
Batı’da düşünceyi bitiren şey, şiirin varolma
imkânlarının varol/a/mamasıydı: Şiirin en büyük düşmanı elbette ki, modernliğin
bizatihî kendisiydi: O yüzden Batı’da bütün büyük şairler, modernliğin içinden
geldikleri için değil, modernliğe karşı bir yerde durdukları için şiir
yazabilmişlerdi. Goethe’den Rilke’ye, Wordsworth’tan Coleridge’e, Valery’den
Prevert’e kadar…
Batı’da şiir, modernliğe karşı varolabilmişti:
Modernliğin “hayatı cehenneme çevirdiğini” haykırabildikleri bir yerde
durabildikleri zaman şiir yazabiliyorlardı modernliğin isyankâr çocukları.
Şiir, negativite üzerine kurulmuştu Batı’da.
Burada/n insanı kavrayan, kanatlandıran, insana ve hayata ruh üfleyen bir şiir
çıkabilmesi zordu: Romantiklerden sonra Batı’da bir daha şiir yazılamadı o
yüzden.
Aydınlanmacı aklın epistemolojik iyimserliğinin, bir
yüzyıl geçmeden ontolojik kötümserliğe dönüşüvermesi, insanı da, hayatı da yok
eden bir varoluşsal katastrofun eşiğine getirip bırakmıştı Batılı insanı.
Modernlik, ruhu öldürmüştü: Romantiklerin şiir
yazabilmesini mümkün kılan yer, işte bu yersizlik yurtsuzluk, ontolojik
evsizlik hâliydi: Şiir, insanın varoluş ve yokoluş serüvenleri yaşadığı
zamanların çocuğu olarak doğar/dı zira. Yokoluş zamanlarında, kendisi de
yokolmaktan kurtulamaz sonunda: İşlevini yerine getirir ve yerine çekilir
yeniden. Çünkü varedici, hayat bahşedici, hayata ruh üfleyici bir vasatın
çocuğu olmadığı için bu şiir / negativite şiiri, bizzat kendisi de kısa bir
süre sonra sırra kadem basmaktan kurtulamaz.
Varedici şiir, şiiri de, hayatı da her dâim yeniler;
insana da, hayata da taptaze bir ruh üfler.
* * *Hegel, şiirin bittiğinden sözederken, hayatın,
dolayısıyla düşüncenin bittiğini söylemek istiyordu belki de. İşte tam bu
noktada, bu yokoluş mevsiminde, Batı uygarlığının belki de en büyük şairi
Nietzsche, yokoluşa, her şeyi yok eden, çözen, bitiren dekadansla dans
vaziyetlerine dikkat çekebilecek bir yerde durduğu için öne çıkmış, insanlığın
varoluş ve hakikat sorunlarını iliklerine kadar ruhunda hisseden bir düşünür
olarak gelmekte olan felâketi olanca gür sesiyle haykırarak haber vermişti.
Kertenkele’nin “içsöz”ünün yazarının da ima ettiği
gibi, modern Türk şiiri, insanı ve hayatı vareden, bize ruh bahşeden asil
şiirimizi, hakikatin şiirini öldüren, düşünceyle bağlarımızı koparan bir ağ
işevi görüyordu da bizim haberimiz mi yoktu yoksa?
06 Haziran 2011 Pazartesiyenisafak
Yorumlar
Yorum Gönder