İslamcılık üzerinden AK Parti’yi eleştirmek üzere yola çıkan, bunu yaparken de İslamcılığı tanımlama gayreti içine girenler, İslamcılığı ve muhataplarını, bir kez daha aynı döngünün içine sokuyor. Öyle olmasa, “her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman’ın ‘din algısı’nda sorun var demektir” cümleleri başka türlü bir izaha muhtaç.
AHMET DEMİRHAN / Yazar
İslamcılık, her ne kadar ‘politik’ bir kurgusu varmış gibi davransa da, bunu ne kendisine ne de kendisinin dışarısına anlatamadı. Anlatabilecek vasıtaları olmadığından değil, aslında bu vasıtaları fazla ‘dini’ ve ‘itikadi’ tasavvurlarla heba ettiğinden. Öyle ki İslamcılık içinde var olduğu söylenen ‘çoğul’ ve ‘pluralist’ bakış açıları bile, geleneksel olarak belirli bir süreklilik taşıdığı söylenebilen hareketler ve ‘meşrepler’ bir yana, bütün içerimleriyle nasıl bir toplum kurgusu oluşturulacağı konusundaki farklılaşmalardan değil, ‘dini’ ve ‘itikadi’ farklılıklardan oluştu ya da nedenleri başka olsa da bu farklılıklara yaslanan söylemlere dönüştü.
İslamcılık üzerinden AK Parti’yi eleştirmek üzere yola çıkan, bunu yaparken de İslamcılığı bir kez daha tanımlama gayreti içine giren Ali Bulaç, İslamcılığı ve muhataplarını, bir kez daha aynı döngünün içine sokuyor. Öyle olmasa, “her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman’ın ‘din algısı’nda sorun var demektir” cümleleri başka türlü bir izaha muhtaç. Sadece her Müslüman’ı “fıtraten İslamcı” kılmasının, modern olduğunu söylediği “İslamcılık” açısından bir problem teşkil etmesi nedeniyle değil, bu bir ‘doğa durum’ halini andıran İslamcılığın, değil başkasını, kendi evlatlarını bile çok rahatlıkla yeme potansiyeli barındırması açısından da.
İslamcı hallerimiz...
Yine de bu cümlelerin Türkiye’de İslamcılık tarihi açısından anlamlı olduğu bir taraf var. O da her Müslüman’ın ‘fıtraten’ ‘İslamcı’ olmasının, “hem şahit hem aktör olarak” bir özeleştiri yapacaksa, bu özeleştiriyi yayabileceği bir saha olarak, Bulaç’ın da katkıda bulunduğu ‘İslamcı kimlik’ tartışmalarının bir uzantısı olması. Yani ‘fıtraten İslamcı’ algısı, nihayette, ‘dini’ ya da ‘itikadi’ bir algı değil, (İslamcı entelektüel, İslamcı yazar, İslamcı gençlik, İslamcı öğrenciler, İslamcı parti, İslamcı feministler, İslamcı müzik gibi) oluşturulan, kurgulanan bir ‘İslamcı kimlik’ algısının bir uzantısı olarak, tarihsel. Muhtemel başlangıç noktası da (geçmişteki ‘İslamcı şair’, ‘İslamcı edebiyat’ gibi daha çok ‘dışarıdan’ yapılan tanımlarla fazla irtibat noktası olmadan) 12 Eylül sonrası.
O dönemde başlayan tartışmalara İslamcılık taraftarlarının da kolaylıkla ram olması ve bu kimliği içselleştirmeleri, bir bakıma İslamcılığın topluma ne vaadettiği meselesinin de üstünü örten bir husus olarak vurgulanmalı. Eğer şimdilerde AK Parti’de şu ya da bu şekilde yer alan, İslamcılıkla irtibatını ister bir ‘kopuş’ isterse de bir ‘süreklilik’ olarak yaşadığını söyleyen kimselerin adı, (hem içerde ve hem de dünya kamuoyunda) başına ister ‘eski’ (ya da ‘ex-’) eki getirilerek isterse de hiç getirilmeden anılıyorsa; bunun en önemli nedenlerinden birisi, bu ‘kimlik politikaları’nın bir şekilde kolaylıkla içselleştirilmesi. Bu cümle ‘bireyler’in !İslamcı’ olamayacağını söylemenin başka bir ifadesi aslında. Bu anlamda ‘birey’i herhangi bir kimliğinden ötürü ‘İslamcı’ addetmek, İslamcılığın tükenmeye başlamasının başlangıcına yerleştirilmesi gereken bir husus.
Burada, Türkiye’de İslamcılığı en ciddi bir şekilde kurgulamış olan Milli Görüş hareketinin zaman içindeki dönüşümlerine ve bu dönüşümlerin, ‘reel politik’ açısından nedenleri bir yana, ‘kimlik politikaları’ açısından ne anlam ifade ettiğine, bir cümleyle de olsa, değinmekte yarar var: ‘İslamcı’ bir hareket olarak Milli Görüş, Türk siyasetindeki gelişmelere ayak uydurma kaygıları kadar ‘İslamcı kimlik(ler)’ nedeniyle de hayli zemin ve irtifa kaybetti. ‘İslamcı kimlikler’, İslamcılıktan ziyade, İslamcılığın kapısı önünde bekleyen, arada bir başını içeri uzatıp sonra da dışarıya “Bakın, İslamcılık böyle bir şey işte” diyen ‘kapı bekçileri’ konumundan başkaca bir anlam ifade edemediğinden, ancak kimi zamanlarda ve kimi zeminlerde geçer akçe olduğundan, Milli Görüş’ün kendisini yeniden biçimlendirme hamlelerinde dikkate alınır bir dayanak oldu. Bunun yanında, Milli Görüş’e ‘içerden eleştiri’ getirenler de ‘İslamcı kimlikler’ oldu, dolayısıyla onu bu yolla da dönüştürdü. Kısacası, İslamcı bir hareket, kendi içinde zaten var olan muhafazakar unsurlar bir yana, AK Parti’den on yıl kadar önce, Türkiye’ye özgü bir muhafazakarlığa bürünmeye zaten başlamıştı ve bu, kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı yollarla, ‘İslamcı kimlik’ taşıyanlar eliyle de gerçekleşti.
İslamcılığa yol yordam bulmak
Dolayısıyla, yazdıklarında tartışılması gereken başka hususlar olduğunu şimdilik sadece belirterek, Bulaç’ın İslamcılığa yeni bir yol ve yordam bulma çabasının, ‘din’in ne olduğuna gelip dayanması anlaşılması güç bir durum. ‘Din’den dünyevi sorunlara doğrudan cevap bulunmuş olunsaydı, İslamcılığı tartışmaya bile gerek duyulmazdı.
Genel olarak bakıldığında İslamcılığın özellikle Batı ile ilişkili bir şekilde tanımlandığına ve bu tanımların şu günlerde sıkça alıntılandığına şahit oluyoruz. Batı’nın hegomonik ilişkisine bir cevap arama arayışı olarak kurgulanan İslamcılığın, iki yönünün olduğunu söylemek mümkün: ilki bu Batı ile ilişki açısından İslamcılığın nereye oturduğu ve ikincisi de modern öncesi dönemlerde İslamcılığa karşılık gelebilecek bir kurgunun ne olabileceği. Eğer Bulaç gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu, kendileri bunun bilincinde olmasalar dahi, ‘İslamcı’ diye tanımlayacak olursak (ki, İslamcılığın ne olduğu konusundaki tartışmalar açısından verimli olması bakımından, anakronik de olsa, ayrıca bazı nitelendirmeleri gerektirmesi kaydıyla, bu tanımlamaya bir itirazım yok), o zaman Osmanlı’da bunu nasıl kavramsallaştırabileceğimize bakmak elzem. Tahsin Görgün’ün Osmanlı’daki ‘nizam-ı alem’ algısına dair yazdıkları bize bir fikir verebiliyor: ‘Nizam-ı alem’, tarihsel olarak farklılıklar içerse de, ‘devlet’in ve ‘toplum’un dahi onun için var olduğu bir ‘düzen’ fikrini içerir ve bu ‘düzen’ elbette ki dinin yorumlanma tarzlarından da ilham alır. (Görgün, Osmanlı’nın modernleşmeye başladığı dönemlerde bu kavramın içeriğinde ‘alem’in nasıl ‘devlet’ ile yer değiştirdiğini de işaret eder.) Batı’da bu kavrayışa en uygun olabilecek kavram ‘politik teoloji’dir ve kabaca, ne kadar sekülerleşmiş olsa da toplumu idare eden kavramların dinden kaynaklandığını işaret eder (tabii ki bu kavram da yıllar içinde farklı kavrayışlara yol açmıştır ve hemen kaşlarını kaldırıp kuşkuyla bakacaklar için eklenmelidir ki, burada, sadece Carl Schmitt’e özgü bir tanımlamayla kullanılmamaktadır.)
Dolayısıyla, eğer İslamcılık Batı ile ilişkiler açısından tanımlanacak olursa, Osmanlı’daki ‘nizam-ı alem’ veya Batı’daki ‘politik teoloji’ye benzeşik bir şey olmalı(ydı). Oysa kendisini bir ‘düzen’ olarak kurabilecek ya da kurgulayabilecek ve bunu da topluma anlatabilecek, denebilirse (gündelik politikadan ayrı olarak tanımlanması gereken) ‘politik’ bir ‘yapı’ sunabilecek nitelikleri haiz olmadığı zaman, iddiasından daha küçük bir yer kaplar. Malesef bu anlamda İslamcılığın pek başarılı olduğunu söylemek mümkün değil? (Bu cümle onun bittiği anlamına gelmiyor elbette.)
Neden başarılı olamadığıysa, aslında kendisini özellikle ‘dinin özüne dönüş’ şeklinde tanımlayan ve ‘dini’ kendi başına bir ‘veri’ olarak kabul eden unsurlarında aranmalı. (Görgün’ün sadece ‘kısa bir giriş’ sayılabilecek bir yazısı bile, geçmişte, ‘devlet’, ‘insan’, ‘toplum’ gibi konular üzerine dayalı ‘insan eliyle’ üretilen koca bir bilgi birikimini işaret ediyor.)
Bu açılardan bakıldığında, son günlerde ‘İslamcılık’ üzerinden AK Parti’ye dönük eleştiriler de, savunular da aslında anlamsız. AK Parti eleştirilecekse, bu ‘din’ üzerinden değil ‘politika’ üzerinden yapılmalı, savunulacaksa da ‘İslamcılık’a dair (mesela onu hilafetin ilgasıyla bitiren) kötümser okumalara yaslanılmadan savunulmalı.
Bir yanıyla AK Parti’ye yöneltilmesi muhtemel olan eleştirilerin, bizatihi kendisini konumlandırış şekilleriyle önünü tıkayan ve diğer yanıyla da bizzat bu eleştirileri üretecek zemini tamamıyla boşaltan ve doğrudan ‘dini yardım’a çağıran bir söyleme başvuran yöntemler, aslında şikayet edilen muhafazakarlığın göstergelerinden başka bir şey değil. Ondan tek farkı, ‘dini bir muhafazakarlık’ halini alması.
‘Mesihçi İslamcılık’ tanımı
Dolayısıyla, Bulaç’ın AK Parti’nin (Kürt sorunu, Alevilerin cemevi, gayrimüslimlerin vakıf mallarına el koymaya devam edip okullarını da açmama, vesayet rejimini tasfiye edecek reformları kesintiye uğratma gibi) çeşitli sorunları çözememesini, ‘dini referans’ almasına ve ‘İslamcı’ olmasına değil, öyle olmamasına, “muhafazakar ve milliyetçi-devletçi” olmasına bağladığı cümleleri, kendi başına bir anlam ifade etmez. Bu tavır, aslında, biraz Ahmet Altan sosu katılmış olsa da, ‘muhafazakar’dır, çünkü ‘İslamcı’ olunsaydı bu sorunların nasıl çözülebileceğine dair herhangi bir öneri sunmaz. “Dini bir muhafazakarlık”tır bu; çünkü nasıl olacağını açıklamadan, ‘din’den doğrudan ‘yardım’ alınacağı imasını içerir.
Benzeri bir “ilahi yardım beklentisi”ni, yine AK Parti eleştirisi bağlamında, Ali Ünal’da bulmak ise ilginç. Ali Ünal da doğrudan ‘din’den veya İslam’ın ilk döneminden yola çıkar. O da Suriye’de “bir PKK Cumhuriyeti”nin (!) doğması; Mavi Marmara, Uludere ve bir savaş uçağının düşürülmesi gibi sorunları sıralar. Bu sorunlar karşısında Türkiye’nin “çok büyük fırtınalar ve tufanlar”la karşı karşıya olduğunu belirtir. “Batması mukadder olanlar, batması mukadder gemi veya gemilerde toplanacak; kurtulması mukadder olanlar da, dev dalgalar arasında selâmet sahiline götürebilecek gemi veya gemilerde” cümlesiyle de, insanları Hendek Savaşı’nda gelen “ilahi yardım” gibi kendisine ‘ilahi yardım’ geleceklerin ‘gemi’sinde olmaya çağırır.
Ancak, Ali Ünal’ın ‘dini muafazakarlığı’ özellikle Emeviler’in son dönemlerinde yaygınlaşmaya başlayan, günümüze kadar da gelen ‘mesihçi’ bir ‘kurtuluş’ ve ‘apokaliptik’ bir ‘ahir zaman’ portresi çizmesi açısından da ilginç. Daha da ilginci, çokça kullanılmaya başlandığı dönemlerden günümüze kadarki seyri içinde, bu ‘mesihçi’ ve ‘apokaliptik’ unsurlara daha çok başvuranların ya Şia veya küçük, ‘heterodoks’ gruplar olması.
Bu son durum bile aslında İslamcılığın son günlerde tartışılmaya başlandığı bağlamı kendi başına açıklıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder