Ana içeriğe atla

Kitabın özgeçmişi


Kitabın özgeçmişi




Kitap anlamına gelen Yunanca "biblos" ve Latince "liber" sözcüklerinin ilk anlamı ‘ağaç kabuğu" demekti. Çinlilerde, bu gün hala kitap anlamına gelen işaret, kitabı, ağaç ya da bambu tabletleri olarak belirtir. Halkların kolektif belleğinde şekillenen kelimelerden, bu maddelerin kitabın ilk öncüleri olduğunu görüyoruz.
Kitap yapılan bir başka madde ise ‘kil’dir. Çağımızdan önceki üçüncü bin yılda kullanılmıştır. Henüz yumuşak ve nemli olan kil tabletler üzerine harfler çizilirdi. Sümerlerin ve Asurların yazılarının çivileri andırmasının (çivi yazısı) nedeni budur. Üzerlerine bu yazıyla bir şeyler yazılmış olan tabletler daha sonra sertleşmeleri için pişirilirdi. Sümerler, Asurlular ve Babilliler’de kil’den kitapların olduğu devasa kütüphaneler ve arşivler olduğu bilinmektedir. Buralardaki kitap yapımı Babil ve Ninova şehirlerindeki müstensih (kopya eden kişi) atölyelerinde düzenli olarak devam etmekteydi. Palmiyeden, fildişinden, ağaç kabuklarından, hayvan derilerine kadar birçok yere yazı yazan insanoğlunun kitaplar için en çok kullandığı malzeme papirüs ve parşömendi.
Papirüs, Nil kıyılarında ve bataklıklarda yetişen bir bitkidir. Saplarının özü çıkarılarak birbirine dikey katmanlar biçiminde şeritler yapılır. Bunların tümü suya bastırılır, sıkılır, güneşte kurutulur. Daha sonra iki katmanın bir birine yapışması amacıyla bunlar dövülür. Üzerine yazı yazmayı kolaylaştırmak için bir kat kola sürülür. 15-17 santim ebatlarında kesilirdi.
En eski Papirüsler üçüncü bin yıldan kalmadır. İlk önce Mısır’da göründü; M.S. 11. yüzyıla kadar Avrupa’da kullanılır oldu. Papirüs kitap, tomar şeklinde oluyordu. Bir tomarın ortalama uzunluğu ise 6 ila 10 metreydi. Ama Üçüncü Ramses’in vakayinamesi 40 metre boyundaydı. Bizans literatüründe 100 metrelik papirüslerden söz edilmektedir.
Parşömen ise hayvan derisindendir. Koyun, dana, keçi, eşek ya da karaca derisi bile kullanılabilirdi. Deriler yıkanır, kurutulur, gerilir, tüylü tarafı alta gelecek biçimde yere yatırılır, tüysüz tarafına sönmemiş kireç sürülürdü. Bundan sonra da kireç dolu bir fıçıda tüylü tarafın tüyleri alınır ve nihayet deriler yıkanıp kurutularak istenilen ebatta kesilirlerdi.
Parşömen-papirüs rekabeti
Parşömen, papirüsten hem daha dayanıklı hem de daha esnek bir maddeydi. Kazımaya ve silmeye de elverişliydi. Hammaddesinin azlığı ve hazırlanmasının zahmetli olması nedeniyle oldukça değerli bir malzemeydi. İlk çağda her kitap bir ‘kendilik’ti. Çünkü istenilen sayıda ve birbirinin eşi nüsha elde etme olanağı yoktu. Bu, bir kitabın onu kopya eden müstensihler tarafından birçok yanlışlık yapılması sonucu ortaya çıkmaktaydı.
Yazar ya da yayıncı hakkı ilk çağda bilinmiyordu. Her yazar, metninin çoğaltılmasını aynı zamanda birden çok yayıncıya bırakabilirdi. Bir kitaba sahip olan herkes, onu istediği gibi kopya ettirebilirdi. Hatta kitaba eklemeler ya da çıkarmalar yapabilirdi. Yazara ücret diye bir şey yoktu. Sadece yayıncılar para kazanırlardı.
Bir yapıtın güvenli bir şekilde çoğaltılabilmesi için özellikle manastırlarda Müstensih Atölyeleri oluşturulmaktaydı. Bu merkezlerde her edebi yapıtın bir kopyası oluşturulur, sonra bundan diğer nüshalar için kullanılacak bir ilk örnek elde edilirdi. Bu tür atölyelerin İstanbul’un fethine kadar Bizans’ta sürdüğü anlaşılmaktadır.
İşte bundan dolayıdır ki birçok manastırda el yazmalarının kopya ve süsleme çalışmalarına ayrılmış bir "Scriptorum" vardı. Buralarda müstensihler eski yazarların ve dini yazarların metinlerini çoğaltıyorlardı. Ortaya çıkan eserler ise çoğunlukla kraliyet kütüphanelerinin ve kiliselerin dini kitap ihtiyacını karşılamaya yönelikti. "Scriptorium" kitapların yazıldığı, resimlendiği ve ciltlendiği atölyeydi. Atölye, bir manastır ya da kiliseye bağlı olurdu. "Scriptoria"lar (müstensih) çoktu ama ortaçağ el yazmalarının üzerinde yazıldıkları yer belirtilmemiş olduğu için, bunların şu ya da bu yazıcıya ait oldukları bilinmemektedir.
Kitap ‘yapım’ atelyeleri
Kitap yapımı deneyimli bir keşişin yönetiminde gerçekleştirilirdi. Bu kimse atölyenin gereç bakımından ikmaline nezaret eder, işi bölüştürür, yönetir ve işin gerçekleşmesini denetlerdi. Çok zaman bu görevlerinin yanı sıra kitapların muhafazasını sağlayarak ve iletişimi denetiminde tutarak kütüphane memurluğu görevi de yapardı. Çok zaman kaz tüyleriyle yazılırdı. Bu tüylerin neden olduğu lekelerin önlenmesi amacıyla parşömen, kalemin eğik tutulmasını sağlayacak şekilde, yüzeyi eğik bir masa üzerine konurdu. Ciltlere değil, ayrı defterlere yazılırdı. Bu işlem bitince de defterler bir araya getirilirdi.
Birçok manastırda ve kütüphanede kitaba verilen değeri göstermek için bu eğik kürsülere kitap çivilerle veya bir tür zamkla monte edilir, sürekli orada kalırdı. Atölyelerin parşömen gereksinmesinin sürekli olarak sağlanması zorunluydu. Parşömen pahalı ve az bulunan bir nesne olduğu için, deriler, büyük manastırlarda en beğenilen armağanlardı. Hatta bazı hükümdarlar sürekli olarak canlı bir gereç deposu sağlayabilmek amacıyla manastırlara orman bile verirlerdi. Derilerin perdahlanması çok zaman bu manastırların atölyelerinde yapılırdı. Kimi zaman keşişler, üzerine bir şey yazmak için üzeri yazılı parşömenlerin yazısını kazırlardı. Nitekim eski İncil metinleri ve kullanılmayan dini kitaplar böylelikle ortadan kalkmıştır.
Öğretim de kitabın gelişimi gibi aynı yolu izledi. Öğretim, o zamana kadar manastır okullarında kırsal, katedrallere bağlı manastırlarda kentseldi. Manastır okulları gerilerken, kentleşmenin hızlanmasıyla piskoposluk okullarının öğrenci sayısı 12. yüzyılda artıyordu. Bunun üzerine öğretmenlerle öğrenciler ortak çıkarlarını savunmak ve çalışmaları bakımından kaçınılmaz olan özerkliklerini sağlamak için birleşmek zorunda kaldılar. Kurdukları loncalar 13. yüzyılda "universitas" adını alınca, çağdaş üniversitelerin isim babası oldular.
İslam dünyası ve Çin
Çin, kitabın ne olduğunu daha çağımızdan önceki ikinci bin yılda biliyordu. O dönemden kalan kemik ya da hayvan kabuğu parçaları üzerinde 2500 sözcük sayılmıştır. Bir zamanlar üzerlerine yatay olarak yazılan, birbirine ipek ya da deri şeritlerle bağlı ahşap levhalar kullanılmaktaydı. Bununla birlikte çağımız öncesine ait hiçbir kitap bulunamamıştır. Bu gereksiz, çok yer tutan ve kullanışlı da olmayan kitapların yerini daha sonra, dayanıklı ve daha hafif bir gereç olan ipekten yapılmış, bir değneğe sarılı şeritler aldı. Ama kısa süre sonra pahalı bir gereç olan ipeğin yerini tutacak bir madde aranmaya başlandı. Paçavraları ya da kenevir, dut ağacı kabuğu ve daha başka bitkisel maddeleri ezip parçalayarak kurutulduktan sonra üzerinde yazı yazmaya elverişli bir zemin oluşturan bir hamur elde edildi. Böylece M.Ö. 200’lü yıllardan itibaren kağıt yavaş yavaş ipeğin yerini aldı. İpek ise artık sadece lüks kitaplarda kullanılmaya başlandı. Uygurların daha 1200’lü yılların sonlarına doğru matbaaya benzer bir teknikle baskı yaptıkları bilinmektedir.
Ortadoğu’da ilk kitapların M.S. 300’lerde İskenderiye kütüphanesindeki Yunan eserlerinin Süryanice, Aramice gibi Ortadoğu dillerine kazandırılmaya başlanmasıyla ortaya çıktığı söylenmektedir. Daha sonra İslam’ın yayılması ve bunun sonucunda oluşan Kur’an-ı Kerim ihtiyacının karşılanması için de birçok Kur’an nüshası yazılmıştı. İslam inancının resime izin vermemesi nedeniyle yazı, İslam sanatında öne çıkmış, şu an bile Batılıların hayranlıkla inceledikleri hat sanatı meydana gelmişti. Değişik kültürlere göre farklı şekiller alan hat sanatı, sınırsız kompozisyon tarzı nedeniyle başlı başına bir süsleme tarzı olmuştur. Kur’an-ı Kerim ise 19. yüzyıla kadar hep el ile yazıla gelmiştir.
En eski cilt örnekleri ise Mısır’da Kıptilerde görülmüştür. Eski inançlarını muhafaza eden Kıptiler, dini kitaplarını daha o zamanlarda deriyle ciltleyerek önce Arap ciltçiliğini, daha sonra da Batı ciltçiliğini etkilemişlerdir. Önceleri ağaç, hayvan kabuğu ve başka malzemeler kullanılsa da, hayvan derisi kadar sağlam olmamıştır. Kütüphanelerin gelişmesi, kitap sayısının artması dolayısıyla yer sıkıntısı çekildiğinden, o güne kadar raflarda yatık durumda bulunan kitaplar yeni ciltleme teknikleriyle de artık dikey duruma gelmişti. Dik durması çok zor olan papirüsleri ancak kitap kapağının çevresini tahta parçalarıyla destekleyip ciltleyerek ayağa kaldırmak mümkün olmuştu.
Hem kitabın çoğalması, hem de yaygın hale gelmesi, elle kopya etme tekniğinin, müstensihleri, gelen talebi karşılayamaz hale getirmesiyle hızlı basım alanında bir yeniliğe itmişti. Bu yöntem bir ağaç parçasını telleri yönünde, bir deseni kabartı olarak bırakacak biçimde yontmaya dayanıyordu. Bundan sonra kabartılı kısmın üzeri mürekkeplenir ve üzerine bir kağıt bastırıldıktan sonra kağıdın arkasına fırça gibi bir şey sürülürdü. Bu teknik, ilkin Mısır’da 4. yüzyılda, Batıda ise 13. yüzyılda kumaş üzerinde baskı için kullanılmıştır. Çinliler ise 9. ve 10. yüzyıllarda bu tekniği kağıt üzerine basmaya uyarlamışlardı. Ağaç oymacılığı kesin bir ilerlemeydi ama uzun ve nazik bir çalışma gerektiriyordu. Metinlerin sayfa sayfa harflerin teker teker oyulması gerekiyordu. Çözüm, yıpranmaya dayanıklı bir maddeden yapılmış ve istenildiği şekilde bir araya getirilebilen hareketli harflerin icat edilmesine dayanıyordu.
Yöntem çok sert metal bir zemin üzerine bütün işaretleri oymaya ve bu şekli çukur olarak elde ettikten sonra içine kurşun, kalay ve antimon alaşımı akıtmaya dayanmaktadır. Ama bu tekniğin hızlı basım da kullanılabilmesi için gerekli mekanik ekipmanın sağlanması da gerekmekteydi.
Matbaanın bulunuşu ve yayılışı
Bunu da uzun çalışmalar sonucu 15. yüzyılda Alman Gutenberg sağladı. Onun modelini geliştiren çırağının yaptığı çalışmalar sonucu, 15. yüzyılın sonunda matbaa Köln, Roma, Augsburg, Madrid, Kopenhag gibi 250’den fazla Avrupa şehrine girmiş oldu. 1563’te Moskova’da, 1727’de İstanbul’da ve 1821’de Yunanistan’da ortaya çıktı. 1590’da Japonya’da, 1638’de ise Amerika’da kuruldu. İlk zamanlarda eski el yazması eserlerde olduğu gibi, sayfalara sayfa numarası koymak yoktu. 15. yüzyıldan başlayarak, seri üretimde sayfaların karışmaması için sağ üst köşeye numara konmaya başlandı. Forma numaraları ise sayfanın alt köşesinde kendine yer buldu. İlk matbaa üretimi kitapların da, aynı el yazmaları gibi başlığı yoktu. Başlıkları metinin ilk sözcükleri belirlerdi. Bu eksiklik, matbaacılığın ilk zamanlarından kalma kitapların hangi tarihte ve nerede basıldığının meçhul kalmasını getirmiştir. Ama kısa bir süre sonra, kitabın sonuna bir kaç satırla, kitabın ve yazarının adı, basımın yapıldığı yer ve basımcının adının konmasına başlandı. Bunun yanında çok zaman basımcının arması da vardı.
Metin ilk yaprağın ön yüzünden başlardı. Bu sayfanın yıpranması kolay olduğu için bazı dizgiciler basıma birinci sayfanın arka yüzünden başladılar. Daha sonraysa yaprağın beyaz kalmış arka yüzüne kitabın bir yada iki satıra indirilmiş adını basmaya başladılar. Ardından başlığın altında beyaz kalmış olan boşluk çok zaman basımcı veya yayıncının damgasıyla doldurulmaya başlandı. Bu nedenle söz konusu damga bir reklam hüviyeti kazandı. Sonunda illüstrasyon, işaret ya da damgayla, yavaş yavaş yayının yapıldığı yer, kitabı satan kitapçının adresi ve yayının yapıldığı tarih belirtilmeye başlandı. Tüm öğeleriyle başlık sayfasının yapılması ancak 15. yüzyılda yaygınlaştı.
Matbaanın yaygınlaşmasıyla beraber kilisenin kontrolü dışında ortaya çıkan ve hızla yayılan sapkın fikirlerin önüne geçmek amacıyla Vatikan, yasak ve sakıncalı kitapları listeleme kararı aldı. Bu tür bir çalışma ilk defa 1479’da Almanya’da yapıldı. Yasak ve sakıncalı kitapların isimlerinin yer aldığı kataloglara "index" denmekteydi. Ve bu listeler sürekli Vatikan tarafından güncellenerek ta 1966’ya kadar yürürlükte kaldı.
Matbaanın yapıtlarına sağlayacağı yayılmanın bilincinde olan yazarlar, yayıncılara git gide daha fazla basılacak yazı getiriyorlardı. Bunlardan bazıları, karşılığında bir şey beklemeden, sırf şan olsun diye yazmalarına karşılık, bir çoğuna da basılan kitaptan bir kaç nüsha veriliyordu. Onlar da bunu çeşitli biçimlerde, yani ya satarak ya da başına bir ithaf yazıp yüksek mevkideki insanlara armağan ederek değerlendiriyorlardı. Tabii, çok iyi bir bedel karşılığında.
Kitapların kitlelere ulaşması
16. yüzyıldan başlayarak yayıncılar yazarlara para ödemeye başladılar. Ama yazarların yapıtlarını satma alışkanlığı ise 17. yüzyılda ortaya çıkabildi. Henüz telif hakkı olmadığından yazarlar götürü usulü baskıda anlaşıp paralarını alıyorlardı. Ama daha sonra yapılan baskılardan herhangi bir hak talep edilemiyordu.
Başlangıcı İngiltere yaptı. John Milton yayıncısına Kayıp Cennet’i satıyor ve yapılacak her baskı için ilk baskı kadar para istiyordu. 1710’da çoğaltma hakkı (copyright) hukuksal düzeyde sonuca bağlandı ve çoğaltma hakkı yayıncıya değil, yazara verildi. Fakat gelişen teknik sayesinde, taklit kitaplarında önüne geçilemez hale gelinmişti.
Avrupa’nın değişik şehirlerinde taklitleri basan yayıncılar, kitabın gerçek yazarından ve gerçek yayıncısından daha fazla para kazanıyorlardı. Bu çok doğal bir iş olarak görülmeye başlanmıştı. Hatta bir Fransız basımcı Felice 1770’de şöyle yazıyordu: "İyi kitaplar kitapçılara değil, aydınlanmak ve erdeme yakınlaşmak isteyen insanlığa aittir. Basımcılar ve kitapçılar bu kurtarıcı çabanın aracılarından başka bir şey değillerdir. Dolayısıyla, demek ki, sahte basımlarla, taklit basımlarla tez elden kitap sağlayan her basımcı ya da kitapçı insanlığa çok büyük hizmet etmiş olur. Hatta sanıyorum ki, doğrusu, buna zorunludur da."
Kitap ticareti kentlerde yaygın olmasına rağmen, kuşkusuz taşrada da vardı. Ama oradaki kitap ticaretin büyük bölümü kitap yüklü arabalarıyla kent kent dolaşan gezici kitapçılar tarafından gerçekleştiriliyordu.
20. yüzyıl başlarında İngiliz ve Alman kitaplarının yayıncı cildiyle satılmasına karşılık Fransız kitapları kağıt kapaklı olmayı sürdürüyordu. Bu yetersizlik kitap kulüplerinin gördüğü rağbeti açıklayacak niteliktedir. Almanya ve İsviçre’de 1928’de ortaya çıkan bu kulüpler, Fransa’da ikinci dünya savaşından sonra görülmüştür. Kendilerinden hizmet isteyenlere yazışma yoluyla ulaşır ve onlara, değerleri anlaşılmış kitaplardan oluşan bir liste sunarlar. Fiyatları asla pahalı değildir. Düşük kaliteli olmayan bir kağıda yapılmış özenli bir baskıya sahip ve her zaman ciltlidirler. Geleneksel yayınlar için ciddi bir rakip oluşturan bu kitaplar, geleneksel yayınları kitabın görünüşünü iyileştirmeye yöneltmiştir. Ki Avrupa’da bugün "Kulüp Sunuşlu" kitap kavramı vardır.
Üzerinde durulması gereken diğer bir kavram ise "Kitle Kitapları"dır. İlk defa İngiltere’de 1935’te Penguin Books’un ortaya çıkardığı bu tarzda kitaplar, bir işçinin bir saatlik çalışmasının karşılığı kadar paraya satılmaktaydı. Avrupa genelinde ise ikinci dünya savaşı sonrası gelişti ve baskı sayısı neredeyse 10 binlerin altına nadiren düştü.
Birçok ülkede "Cep Kitabı" şeklinde adlandırılan diziler önce kendi edebiyatlarını tanıtım maksadıyla basılmaya başlandı. Görülen rağbet üzerine, klasikler ve belge niteliğindeki tüm kitaplar yayınlanmaya başlandı. 1952’den şu ana kadar yayınlaşmış 8 bin adet cep kitabı vardır. Fransa’da 1988’de yayınlanan 359 milyon kitaptan 116,2 milyonu cep kitabıydı. Daha ayrıntılı bilgileri İletişim Yayınları’ndan çıkmış olan ‘Kitabın Tarihi’ adlı kitaptan edinebilirsiniz.

Fatih Sertyüz /  Milli Gazete 26 AĞUSTOS 2005


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsmet Özel’in Erbain Den Alıntılar

Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Üç Frenk Havası 1. Capriccio Alum Gülünç bir ölümle öldü deniyor Max Stirner için çünkü mahvına sebeb nihayet bir sinektir ama Fanya Kaplan nasıl öldü diye sorarsak sanırım işimiz fazlasıyla ciddileşir. *** 2.Alum Cantabile Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı durmadanbeyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara güneşin zekasıyla doymak isterdim kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı ban Tahrik yürek elbet acıyor esvap deği...

Hatırı Sayılır Sözler

Hatırı sayılır sözler   Aşk ruhların çeşitli yaratıkların arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesi demektir. İbnihazm * Gemisini kurtardığı için kaptan olmayı hak ettiğini düşünen kişiler bireyciliği göklere çıkardılar. Bunu yapmış olmakla da tarihteki en hastalıklı adlandırmayı gerçekleştirdiler. İsmet Özel * Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez onları alışmış oldukları tokluk öldürür İbni Haldun * Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak sanattır. Goethe * Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması insanların düşünememesidir. Jean-Paul Sartre * Yaratan'ın karşısına bunca büyük yapıtı okumamış olarak çıkmak düşüncesi beni çileden çıkarıyor. Oliver Wendell Holmes * Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır... Mayakovsky * Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan,  âl...

İsmet Özel

Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?-Yaşama!-Ya bileydim?Yazar: MıydımHiç: Şiir . Münacaat Bu yaşa erdirdin beni,gençtim almadın canımı ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak büklümlerinin içten ve dışardan sarmaladığı günlerde bir zamandı heves etti m gölgemi enginde yatan o berrak sayfada gezindirsem diye ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende. Vakti vardıysa aşkın,onu beklemeliydi genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için halbuki aşk,başka ne olsundu hayatın mazereti demedim dilimin ucuna gelen her ne ise vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi. Hata yapmak  fırsatını Adem’e veren sendin bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım Ademo...