
Rüstem BUDAK
Dilin sözlüklere olan ihtiyacının temelleri nelerdir? Bu vesileyle ulus devlet dönemlerinde kimlik inşasında tevdi edilen bir role uygun düşen bir durum ile mi karşı karşıyayız?
D. M.Doğan: Sözlüğe olan ihtiyacın, “ulus devlet” öncesinde de hissedilen çok kadim ve köklü bir temel ihtiyaç olduğu şüphe götürmez. Birçok dilin sözlüklerinin, bu yüzden binlerce yıllık geçmişi var.
İlk sözlüklerin kil tabletlere yazıldığı, Sümerce- Akadca bir sözlüğün MÖ 3 binli yılların başına tarihlendiği, Çince sözlüklerin de bir hayli eski tarihlerde ortaya çıktığı, bugünkü sözlüklerin ceddi sayılan ilk sözlüğün ise İskenderiye kütüphanesinin yöneticisi Aristofanes’in eseri “Lexicon” olduğu biliniyor. Daha sonra Yunanca, Latince sözlükler var. Arapça ve Farsça sözlükler içinde hayli geriye gitmek gerekiyor.
Türkçede “sözlük” denilince, ilk akla gelen Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk isimli eseridir. Malazgirt zaferinden bir yıl sonra, 1072’de yazılmaya başlanan ve Araplara Türkçe öğretmek maksadıyla hazırlanan bu eserde, kuvvetli bir türklük vurgusu hissedildiğini de hatırlamalıyız.
Sözlükle ilgili en temel ihtiyacın, bütün kelimelerin ve anlamların zihinde taşınmasının imkânsızlığından kaynaklandığını düşünebiliriz. Bunun dışında, eş anlamlı, zıt anlamlı kelimeler, az kullanılan ve az bilinen kelimelerden ötürü de bu ihtiyacın arttığını, en önemlisi, dilden dile çeviri yaparken daha kuvvetli şekilde hissedildiğini söyleyebiliriz. Zaten Türkçe’de sözlükle ilgili ilk çalışmalar başka dillerin kelimelerinin Türkçe açıklanması şeklinde olmuştur. Arapça ve Farsça sözlüklerin türkçeleştirilmesi sözlükçülüğümüzün başlangıcı sayılır.
Elbette, modern zamanlarda sözlükçülükte milliyetçilik düşüncesinin önemli bir yeri var. Bu yüzden 19. Yüzyıldan itibaren bütün dillerde sözlük çalışmaları yaygınlaşmıştır. Türkçe için de bunu kolaylıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu, sözlüklerin ille de böyle bir düşünce ile yazıldığı veya bu düşünceye hizmet etmek için hazırlandığı anlamına gelmez.
Devlet- ideoloji- sözlük bağlamında değerlendirirsek devlet sözlük hazırlar mı? Devletin hazırlamış sözlüğün bir dilin temsiliyet kabiliyeti var mı? Dünyadaki örnekleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’deki yaşanan sürecin kendine mahsus durumu nedir?
D.M.Doğan: İdeolojik devletler, totaliter devletler her alana müdahale edebilirler. Eğitim öğretim alanı, iletişim alanı bilhassa müdahale edilen alanlardır.
Bu müdahalenin hiçbir ülkede Türkiye’deki kadar şiddetli olmadığını söyleyebiliriz. Türkiye’de 20. Yüzyılda, başka hiçbir toplumda olmayan işler yapılmıştır. “Harf inkılâbı” bunlardan biridir. 20. Yüzyılda hiç bir köklü milletin, toplumun alfabesi değiştirilmemiştir. Türklerin alfabesi hem Türkiye’de hem de Sovyetler birliğinde değiştirilmiştir. Türkiye’de Latin harflerine geçilirken, hatta biraz önce, Sovyetler Birliği’nde de Latin harflerine geçilmiştir. Türkler Latin alfabesine geçirilirken, Ruslar gibi kiril alfabesi kullanmayan Gürcüler ve Ermenilerin alfabesine dokunulmamıştır.
Sovyetlerde Latin harfli dönem kısa sürmüş, sonra her lehçe için farklı kiril alfabeleri icad edilmiştir. Sovyet sistemi yıkıldıktan sonra Türk topluluklarının bir kısmı, tabiî farklı harfler ekleyerek, Latin alfabesine geçmiş (Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan) bazıları ise kirilde kalmıştır (Kazakistan, Kırgızistan vb). Yeryüzünde Türkçe konuşan, yazan azımsanamayacak bir nüfus ise eski yazı veya Arap alfabesi kullanmaya devam etmektedir: Irak Türkmenleri, İran Türkleri, Afganistan Türkleri, Uygurlar…
Türkiye’de dile müdahale harf değişikliğinden sonra “dil devrimi” olarak ifade edilen bir zorunlu kültürel değişme olarak tatbik edilmiştir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde “dil devrimi” diye bir süreç yaşanmamıştır. Dil ıslahı, reformu yapan ülkeler vardır. O yüzden dil devrimi başka dillere çevrilirken, “dil reformu” olarak çevrilmektedir.
Dile müdahalenin en görünür alanlarından biri şüphesiz “sözlük” olmuştur. Türkiye’de Devlet 1945’ten beri sözlük yazıyor. Hâlâ da tam manasıyla bundan vazgeçmedi.
İki sebeple bunu yaptı devlet. Birincisi, dil devrimini süreklileştirmek için. Bu maksatla, konuşma ve yazı diline mal olmuş çok sayıda Arapça ve Farsça kelime sözlükten ihraç edildi. Diğer taraftan da çok sayıda uydurma kelime konularak bir teklif ve telkin sözlüğü hazırlandı.
İkinci sebep: İdeolojik dünya görüşü sözlüğe büyük ölçüde yansıtıldı. Türkçe sözlüklerde, son baskılarda azalmış olmakla beraber, bilhassa din ve geleneklik kültür alanı ile ilgili kelimelerin tariflerinde aşırı ideolojik bir dil kullanılmıştır. Böylece devlet, ideolojisini çok kullanılan bir müracaat kitabıyla da halka benimsetmek istemiştir.
Dil; yatağını kendisinin inşa ettiği bir nehir gibi süreç yaşar. Sözlükler bu meyanda dilin doğal akışına nasıl bir katkıda bulunmaktadır? Sözlükler dilin tek tipleştiricisi midir? Yoksa tarihsel akışında geride bıraktıklarını da toplayan bir mirasçı mıdır?
D. M.Doğan: Sözlükleri dilin hafızası olarak görüyorum. Bu yüzden gerek kelime haznesinin tesbitinde, gerekse tariflerde çok hassas olunması gerekiyor.
Tarifler tahrif edici olmamalı. Bunu bilhassa kayda geçirmek istiyorum.
Resmî devlet sözlüğü tahrifkâr bir sözlük olmuştur. Bunu eski baskıların birçok maddesinde görebiliriz. Son baskılarda normalleşmeye yönelinmişse de, bu tam manasıyla sağlanamamıştır.
Mesela 1998’den itibaren “Atatürkçülük” daha çok evrensel ağırlıklı bir ideoloji” olarak tarif edilmektedir. Eğer öyle idiyse, bugüne kadar Türkiye ve Türkler dışında bu ideolojiye sahip çıkan bir toplum neden çıkmamıştır?
Tarifler üzerinde çok oynandığı anlaşılıyor. Birkaç örnek verebilir misiniz?
D.M.Doğan: Tarif zorluğu çekilen kelimelerden biri "mâneviyat". Türkçe Sözlük mâneviyatı, ilk baskıda "doğaüstü kuvvetler" şeklinde tarif ediyor, örnek cümle olarak da "Mâneviyata inananlar gittikçe azalıyor" deniliyor.
Türkçe Sözlük´ün ilk baskılarında örnek cümlenin nâdiren yer aldığı hatırlanırsa, "mâneviyat" maddesinde bu cümlenin rastgele konulmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. Kelimenin ikinci anlamı olarak da "yürek kuvveti" veriliyor, yine örneklenmek ihtiyacı hissediliyor: "Mâneviyatı bozuk bir ordu." 3. Baskıda da tekrarlanan bu tarif ve örnek, sözlük hazırlayıcıların "maneviyat" konusunda objektif olamadıklarının bir delili olarak kabul edilebilir.
Aradan kırk yıl geçiyor, 7. Baskı´da (1983) bir çok konuda objektiflik, tarafsızlık tercih edilmişken, "maneviyat" konusunda aynı şey yapılamıyor. Bu durum, ilk baskıyı hazırlayanlarla 7. baskıyı hazırlayanların farklı şekilde ve sebeplerle "maneviyat"ı reddeden, maddeci, materyalist görüşlere sahip olmalarıyla açıklanabilir.
1940´ların Türkiye’sinde açık bir maddecilik (materyalizm) söz konusu olmayabilir. Fakat aydınlar üzerinde ağırlığı hissedilen 19. yüzyıl pozitivizmi böyle bir sonucu doğurmuş olabilir. 7. baskıda ise, artık maddecilik veya materyalizmin 1970´lerin sosyalizm ve marksizm akımlarının ideolojik tesirleri sonucu Dil Kurumu çevresinde de etkili olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, 7. baskıda tam ve doğru tarife ulaşılmamışsa da, daha objektif bir karşılık verilmeye çalışılmıştır. "Maddî olmayan, manevi şeyler". Fakat kırk yıl öncesinin örnek cümlesi olduğu gibi bırakılmıştır! İkinci tarif ise, "moral" kelimesi eklenerek takviye edilmiştir.
Örnek cümlenin olduğu gibi bırakılması kırk yıl sonra bile maneviyata inananların azalmasından medet umulduğunu göstermektedir! Maneviyata inananların daha 1940´larda azaldığı tesbit edildiğine göre, aradan geçen kırk yıl içinde iyice azalmış olmaları tabiîdir! Bu durumda artık maneviyata inananların sayısının gittikçe azaldığını söz etmeye ihtiyaç hissedilebilir mi?
Fazla sözlük karıştırmayan bir okur-yazar dahi "maneviyat" kavramının bu tariflere sığmayacak tarafları olduğunu kolaylıkla düşünebilir. Mesela, "maneviyatı kuvvetli adam" cümlesindeki "maneviyat kelimesini" bu tariflerin hiçbiri ile tam olarak anlamamız/anlamlandırmamız mümkün değildir. Nitekim, Mustafa Nihat Özön, Resimli Büyük Türk Dili Sözlüğü´nde, "maneviyat" karşılığı olarak şunları yazmıştır: "1. Manevî olan, tabiat üstü olan kuvvetler, moral. 2. [mec.] Yürek gücü."
Elbette bu karşılıklar biraz daha açıklayıcıdır. İbrahim Alaeddin Gövsa´nın Türkçe Sözlük´ün ilk baskısının yapıldığı yıllarda yayınlanan pratik amaçlı "Yeni Talebe Lügati"nde verilen karşılık o dönemde de kavramın doğru olarak kavranıp izah edilebileceğinin, hem de bunun büyük bir sözlük çapında değil, öğrencilere yönelik bir sözlükte dahi yapılabileceğinin güzel bir örneğidir: "Manevî şeyler, ilahiyat ve itikada ait şeyler."
Gövsa´nın sözlüğünü adına bakarak "talebe lügati" diye hor görmemeli, küçümsememelidir. “Yeni Talebe Lügati”, kelime kadrosu itibarıyla Türkçe Sözlük´le neredeyse denktir! Buradan Türkiye´de lügatçiliğin resmiyet elinde olmaması halinde daha nitelikli, daha objektif, daha tarafsız, ilmi... bir seyir takip edebileceği sonucunu çıkarmak mümkündür. Nitekim, ilk baskısı 1912´de yapılan genişletilmiş baskısı ise Yeni Türkçe Lügat adıyla 1924´de yayınlanan M. Bahaeddin´in sözlüğünde "maneviyat" kısa fakat daha kapsayıcı olarak tarif edilmiştir: "Mânevî olan, ruhiyat ve ilahiyata taalluk eden hususat."
Gelelim bu güne: 11. baskıda, yani 2010 da TDK’nin “maneviyat” konusunda bir mesafe katetmediğini görüyoruz. Tarifler aynı, sadece “meneviyata inananlar azalıyor” örneği çıkarılmış!
Türkçe Sözlük´ün "maneviyat"a, maneviyatla ilgili kavramlara şaşı bakışının çok sayıda örneği var. Bir örnek daha verelim:
"Müslümanların günde beş defa yapmaları dince buyurulan ve dua okuyarak kıyam, rüku, sücut, kuut denilen beden hareketlerinin kuralınca tekrarlanması şeklinde yapılan ibadet." (1945)
"Müslümanların günde beş defa yapmaları dince buyurulan ve dua okuyarak kıyam, rüku, sücut, kuut denilen beden hareketlerini kuralınca tekrarlıyarak yapılan ibadet." (1959)
"Müslümanların günde beş defa yapmaları dince buyurulan ve dua okuyarak kıyam, rükû, sücut, kuut denilen beden durumlarını, kuralınca yineliyerek Tanrı´ya edilen ibadet, salat." (1983)
Bu tarifler, müslümanlığın temel ibadetlerinden birini, “namaz”ı tarif etmektedir. Anlatım ufak tefek değişikliklerle 7. baskıya kadar gelmiştir. Tarifte dikkati çeken, namazın "beden" hareketleri konusunda çok ayrıntılı bilgiler verilirken, beden hareketlerinin ötesindeki esasın ihmal edilmesidir. "Dua okuyarak" bu hareketlerin yapılması "namaz"ı gerçekten açıklayabilir mi? Elbette, açıklayamaz. Namazda okunması gereken, gerçek tâbiri ile farz olan, Kur´an-ı Kerim´den yeteri kadar âyettir. Elbette Kur´an sûreleri, âyetleri, oturulduğunda okunan tahiyat ve salavatlar gibi metinler de dua sayılabilir. Fakat bu tarifte olduğu gibi "dua" deyip geçmek, böyle bir anlama gelmez.
İlk baskılarda tuhaf şekilde tarif edilen, fakat 7. baskıda yer bulamayan bir kavram da: "Levh-i mahfuz"dur. Bu kavram, ilk baskıda "Bazı inanışlara göre, Allah’ın takdir ettiği şeylerin yazılı bulunduğu levha" şeklinde tarif edilmiş, üçüncü baskıda (1959) bu tarif tekrarlanmıştır. Dinî-tasavvufî bir kavram olan "levh-i mahfuz", "bazı inanışlara göre" kaydıyla tarif edilmektedir. Bazı inanışlar değil, Kur´an´da yer alan bir kavram sözkonusudur ve elbete "bazı inanışlara göre" tarif edilmesi yanlıştır. 7. Baskıda bu tarif düzeltileceğine, tamamen kaldırılmış ve mesele böylece halledilmiştir! Kavram sonraki baskılarda de yer bulamamştır! Artık Türkçe Sözlük için “levh-i mahfuz” yoktur!
Sözlük çalışmalarının siyasal ve toplumsal dönüşümlerle ilişkisi var mıdır? Medeniyetlerde yaşanan kırılmaların sözlük üzerindeki etkisi nasıl olmuştur?
D. M.Doğan: Türkiye’de sözlükçülük 19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başında büyük gelişme gösterdi. Osmanlının son döneminde dilimiz batı ilim, düşünce ve sanatını tanıyarak açılım yaptı. Batı ilim, edebiyat ve sanatını tercüme ile Arapça ve Farsçanın önüne geçti. İşte böyle bir dönemde çok sayıda sözlük yayınlandı. Cumhuriyet’ten sonra da harf inkılâbına kadar sözlükçülük hız kesmedi. Harf inkılâbı, aynı zamanda bir medeniyet değiştirme operasyonu idi. Bu yüzden sözlükçüler ne yapacağını bilemedi. Sözlük yayıncılığı kesintiye uğradı, ta ki 1945’te TDK’nin sözlüğü çıkana kadar.
1945’te yayınlanan Türkçe Sözlük, Türkiye’deki resmi medeniyet değiştirme iradesinin ideolojik bir tezahürüdür. Biz harf inkılabı ve dil devrimi ile medeniyet iddiasından vazgeçtik, batı medeniyetini her şeyiyle kabule razı olduğumuzu ilân ettik. Elbette buna rağmen tam bir kabul ve uyum sözkonusu olamazdı. Türkiye’de, çok partili hayata geçtikten sonra kendi köklerini tanıma, onun üzerinde yükselme iradesi gösteren kişi ve kurumlar, akımlar ortaya çıktı. Bugünün yöneticileri “medeniyetler ittifakı”ndan söz ediyorlar. Böyle bir ittifak olabilmesi için farklı medeniyetlerin varlığının tanınması lâzım. Biz cumhuriyetin ilk döneminde öngörüldüğü gibi Batı medeniyetinden miyiz? Öyleysek, böyle bir ittifaktan Türkiye’nin bahsetmesi abes olur.
Türkiye’nin aklına, ellerine, kalbine ve ayaklarına bağlanan prangalardan kurtulmaya başladığı bir dönemdeyiz. Dilin mahkûm edildiği prangalar ne durumdadır?
D.M.Doğan: Türkiye’de dil, geniş olarak bakarsak, kültürel alan tahrib edilmiştir. Yüzlerce yıllık birikim, bu birikimin yansıması olan hayat tarzı tehdit ve tahditle karşı karşıya kalmıştır. Köklü bir medeniyetin kalıcı eserleri anlaşılamaz hale getirilmiştir. Düşünce hürriyeti kelime yasakçılığı ile de engellenmiştir. Bu baskıcı dönem sona erdiğinde geriye kalan hasarlı zihin kendini onarma iradesi gösterme konusunda yeterince aktif olamamıştır.
Dünyada bazı dillerin Medeniyet dili olarak geniş bir alan oluşturduğunu görüyoruz. Türkçenin yeniden medeniyet dili olmasının imkânları nelerdir?
D.M.Doğan: Türkler Müslümanlığa temayül ederek yeni bir medeniyet dairesine girmişler, bir süre sonra da bu medeniyeti temsil eden bir mevkii kazanmışlardır. Kendi dillerini dayatma konusunda bir tavır içinde olmamışlar, Arapçayı dini ilimlerin dili olarak önemsemişler, Farsçayı Osmanlı öncesi dönemlerde hem yönetim dili hem edebiyat dili olarak kullanmışlardır. Anadolu Selçukluların inkırazından sonra, Osmanlı Devleti Türkçeyi ilan etmeden yönettim dili olarak kullanmış, çok zengin bir edebiyat yine bu dille batı sahasında ortaya çıkmıştır. Türkistan sahasında da Türkçe edebiyat dili olmaya devam etmiş, fakat Farsçanın ağırlığı sona ermemiştir. Batıda, Osmanlı sahasında ise, Arapça ve Farsçaya değer verilmeye devam edilmiş olmakla beraber Türkçe kullanıldığı alanlar itibarıyla güç kazanmıştır. Modernleşme sürecinde de Türkçe batı ilim ve düşüncesini ifade edecek bir genişleme göstermiştir. Batı medeniyetine gösterilen eğilime rağmen bu dönemde dilimiz medeniyet iddiasını devam ettirmiştir. Ta ki harf devrimi ve dil devrimine kadar. Dil devrimi görünüşte milliyetçi endişelere dayandırılmış olmakla beraber, batı dillerinden geçişe zemin hazırlamış, ilim dilinin ancak Latin asıllı batı dilleri olabileceği yönünde bir tutumu beslemiştir. Dil devrimi yıllarında Osmanlıca tıp terimleri yerine doğrudan Latince tıp terminolojisine geçilmiştir. Müsbet ilimler sahasında latinceleşme yavaş yavaş sosyal ilimlere doğru yayılmaktadır. Dil devriminin hasarlarını gidermek güçlü bir irade ve ciddi bir cehd gerektirmektedir.
Sizin Kültürel soykırım olarak nitelendirdiğiniz süreci bazı kesimler aydınlanmanın parlak dönemleri olarak anmaktadır. Türkiye’de devletin toplumsal değişim için dil üzerindeki çalışmasına çeşitli kesimlerce yapılan destekler düşünce ve edebiyat alanında karşılığını buldu mu? Bu etki ne kadar olabildi ve yayılabildi?
D.M.Doğan: Aydınlanma kavramı bizatihi ideoloik bir kavramdır. Türkiye gerçek anlamda aydınlanma dönemine girmemiş, kitapsız, kütüphanesiz, dili üzerinde tasarruf edilmiş kısırlaşma dönemine sokulmuştur. Dile müdahale insanımızı konuşamaz, yazarımızı yazamaz, ilim adamımızı düşünemez hale getirmiştir. Binlerce yıl içinde oluşmuş zengin dilin anlam alanına tekabül eden yeni bir dil kurmak, bunu devlet eliyle yapmak, eğer gerçek niyet buysa, büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Öztürkçe”nin bugüne kadar ortaya konulmuş bir şaheseri yoktur. Büyük yazarlarımız, cumhuriyet döneminden sonra da dil konusunda dil devrimcisi olmayan veya eserlerinde dil devrimi mantığına teslim olmayan şahsiyetlerdir.
Anadolu’da halk dilinin bir çok unsuru git gide unutulmakta, kullanım değeri düşmektedir. Devletin ve edebiyatın öncülük ettiği dil ile halk dilinin buluşacağı bir zemin var mıdır?
D.M.Doğan: “Halk dili” tabiri yanıltıcı olabilir. Gelenekten sözlü olarak aktarılan kelime haznesi belli ölçüde yazıya geçmiş, bölgeler arasındaki şive farklılıklarından ötürü geçemeyenler ise, ağızlarda kalmıştır. Edebiyat her zaman dil arayışı içinde olabilir, artık arkaik hale gelmiş kelimeleri kullanabilir, kullanılabilir hale getirebilir. Devlet dili için bu denenebilecek bir yol değildir. Ancak edebiyatın umumileştirmesi halinde bu kelimeler devlet dilinde de tedavüle gerebilir.
Tercüme sözlüklerin dile etkileri ne düzeydedir?
D.M.Doğan: Geçmişte tercüme sözlükler Türkçeye hizmet etmiştir. Yeni sözlüklerimizi hazırlarken, onları dikkate almak zorundayız. Cumhuriyetten sonra tercüme sözlük diyebileceğimiz çalışmalar bu anlamda yoktur. Yabancı dillerden Türkçeye sözlükler vardır, bunlar eğer öztürkçe mantığı ile hazırlanmışsa, birçok kelimeye tek karşılık vererek anlam incelikleri, nüansları ifade açısından yetersiz kalmışlardır. Bu yüzden yabancı dillerden Türkçeye sözlükler hacım ve kapsam itibarıyla küçülmüşler, daralmışlardır.
Türkçe dil sözlüklerin beraberinde birçok alanda sözlükler vardır. İş alanlarının kendisine has sözlükleri vardır; Tıp, hukuk, felsefe, sosyoloji olmak üzere… Mesleki alana hitap eder görünse de temelinde sahip oluna medeniyet anlayışının ciddi etkileri bulunmaktadır. Bu tür sözlüklerde tesbit ettiğiniz problemler nelerdir?
D.M.Doğan: Bu sözlüklerin çoğu pratik amaçlıdır. Böyle olmayanları, geniş kavrayışla elen alınarak hazırlanmışsa, elbette faydalı olmuşlardır. Fakat böylelerinin de fazla olmadığı ortadadır.
İnternet ortamında oluşan sanal sözlüklerin dil gelişimine etkileri nelerdir?
D.M.Doğan: Sanal sözlükler, gerçek “sözlük”ten ayrı bir kategori olarak görülmelidir. Bunlar sözlük ciddiyetine sahip değildir, keyfi, indi hükümlere, gerçekliği tartışmalı bilgilere dayanan bir muhteva oluşturmaktadır. Bunları mizahi bir metin okuyormuş gibi okumak en doğrusudur.
Türkiye’de okurların sözlük kültürü hakkındaki gözlemleriniz ve değerlendirmeleriniz nelerdir? Sözlüklerin etkin bir şekilde kullanımı ve yaygınlaşması noktasında neler yapılabilir?
D.M.Doğan: Sözlük en temel müracaat kitabıdır. Kitaba olan alâka zayıfladıkça, sözlüğe olan ilgi de azalmaktadır. Zengin bir dille konuşur ve yazarsanız, sözlüğe ihtiyacınız olur. Çünkü o zaman hafızanızla yetinmeniz mümkün olmaz. Sözlüğe sadece bilmediğiniz kelimeler için değil, bildiğiniz kelimeler için de bakmak ihtiyacını hissedersiniz. Çünkü bildiğiniz kelimelerin de bilmediğiniz anlamları olabilir.
Eskiden ilköğretimde manzum sözlükler ezberletilirmiş. Bunların yabancı dil öğretmek için olanları da varmış. Bu sözlük alışkanlığı kazanmak ve belli bir kelime haznesine küçük yaşlarda sahip olmak için güzel bir başlangıçmış aslında.
Türkçe Sözlük, yeni bir basımla okuruyla buluştu. Türk dil kurumunun inşaatında çalışan bir hımsınızın size hediye ettiği sözlükle başlayan sözlük inşa etme serüveninizin önemli kilometre taşları nelerdir? Hazırlamış olduğunuz sözlük çalışmasının kısa bir serencamını bizlerle paylaşır mısınız? Türk sözlük tarihindeki yeri nedir? Büyük Türkçe Sözlüğü Türk düşünce ve edebiyatına neler kattı?
D.M.Doğan: Sözlük ihtiyacını daha ortaokul yıllarında hissettim. Dil Kurumu inşaatında çalışan bir hısmımız bana Kurum’un 1959’da 3. defa basılan sözlüğünü hediye etti. Bir ortaokul talebesi için bayağı büyük bir kitaptı bu. Akranlarım küçük okul sözlüklerine sahipken, benim elimin altında kocaman bir sözlük vardı. Sözlüğün fizikî büyüklüğünün, muhteva açısından aynı manaya gelmediğini, edebiyatımızın belli başlı yazarlarını, eserlerini okumaya başlayınca fark ettim.
Dil kurumu’nun Türkçe Sözlüğü, bana başlangıçta geniş görünen hacmine rağmen, meselâ İstiklâl Marşı’nın kelimelerini bile ihtiva etmiyordu!
Sözlük ihtiyacının temel bir ihtiyaç olduğunu, 1975 yılında Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin hazırlık ve yayın çalışmaları sırasında yakinen gördüm: Üniversitelerde bu alanla ilgili bütün hocaların ortak şikâyeti buydu. Şikâyet ediliyor, fakat çözüm için adım atılmıyordu. Bu sıralarda sözlük hazırlamayı kafama koydum.
Sözlük çalışmalarım 1981’deki ilk baskıdan 5 yıl öncesine kadar gidiyor. 1975-76 sözlük hazırlıklarına giriştiğim, malzeme toplayıp tasnife başladığım yıllar. 1978-1981 ise büyük ağırlık olarak mesaimi sözlük hazırlamaya tahsis ettiğim seneler. Kısacası, 35 yıllık bir sözlükçülük geçmişim var. Bu, bu süre içinde sadece Sözlük’le uğraştığım anlamına gelmiyor elbette. Sözlüğün yeni ve geliştirilmiş baskıları yapılması gerektiğinde yoğun olarak, diğer zamanlarda ise, günde en az bir saat sözlüğe vakit ayırıyorum.
Büyük Türkçe Sözlüğün sözlük tarihimizdeki yeri ve edebiyatımıza neler kattığı konusunda benim bir şey söylemem doğru olmaz. Bu soru her halde bir gün objektif olarak cevaplanır. Biz sadece bir itirazımızı kuvveden fiile çıkarmaya çalıştık. Sözlük alanını resmiyet dışına çıkarmaya iradesini ortaya koyduk. Böyle yapmakla hayırlı bir iş yaptığımı düşünüyorum. Harf ve dil inkılâplarından sonra ilk defa gerçekten “sivil” bir sözlük ortaya koyduk. Bu eser belli bir yaygınlık kazandı. 30 yıl içinde yedi defa genişletme fırsatı bulduğum için de Allah’a şükrediyorum.
Bu değerli söyleşi teşekkür ediyoruz.
D.M.Doğan: Ben teşekkür ederim, muvaffakiyetler dilerim.
Yorumlar
Yorum Gönder