Ana içeriğe atla

Film Edebiyat İlişkisi ve ‘Uzun Hikâye’ Enver Gülşen

Film sanatının edebiyatla girdiği ilişki çoğu zaman sorunlu bir ilişkidir. Üstelik bu ilişki genellikle sinemanın aleyhine işleyen ve film sanatının imkânlarını unutturup tüketen bir işlev görmüştür. Edebiyat, binlerce yıldır oluşturulan kimi alışkanlıklar ve gelenekler üzerine bina edildiği için, film sanatı, edebiyatla genellikle kompleksli ve geriden gelerek ilişkiye girer. Kompleksin ilk unsuru, edebiyatın, biçim ve içerik açısından kökleşmiş kimi geleneklere sahip olmasına rağmen, film sanatının çok yeni bir sanat olması ve kendi biçim ve içerik yöntemlerine sahip olmadığının düşünülmesidir. Ancak edebiyatla film sanatı arasında kurulan ilişki, yönetmen açısından sadece kompleksle açıklanabilecek bir durum arz etmez. Edebiyatın “kökleşmiş” biçiminin, sinemaya olduğu gibi aktarılması, film yönetmeni için “başarısı garanti” bir yöntem olduğu için tercih edilir.

Edebiyatın bir kapsam ve biçim alanı vardır. Film sanatının da, edebiyatın ve diğer birçok sanatın alanlarını da kapsayan bir alanı vardır. Film sanatı, imkân ve yöntemleri açısından edebiyatı kapsadığı için, yönetmenlerin genellikle yaptığı şey, edebiyatın “garantili” alanı içinden film çekmek olur. Zira bir edebiyat eserini filme aktarmayı düşünen yönetmenin karşısında göğüslemesi gereken birkaç sorun vardır.

Edebiyat, zorunlu olarak “dolayımlı” bir sanattır. Zira hayat ve “hakikat” ile ilişkisini kelimelerin “simgeselliği” üzerinden kurar. Simgeselliği, sadece kelime düzeyinde, kelimelerin düz veya metaforik anlamlarının okuyucunun zihninde yarattığı düşünceler veya hayâle açılmasıyla değil, aynı zamanda hayat parçaları ile onları “ifade eden” arasındaki zorunlu açıklıktan dolayıdır. Bu yüzden hakikat ile onu “temsil eden” arasındaki açıklığın bir türlü kapanamadığı bir durum yaratır edebiyat. Temsil ettiğini hem ifade eder, hem de aynı anda yok eder. Soyutluğu da zamandışılığı da burada yatar. Dolayımlı olması, bir edebiyat eserini filme aktarmaya çalışan yönetmenin “dolayımlar” kurmasına ilham olursa, o yönetmen için film alanı başlamadan biter. Edebiyat, hayatın bizatihi kendisi olan zamanı soyutlaştırarak ve hayat parçalarını ve nesneleri simgeselleştirerek dolayım kurarken, film sanatı, içinde bulundurduğu imkânlar alanıyla tam tersi bir noktadan dolayımsızlığa yürür.

Peki, bu zıtlık nasıl çözülecektir? Film sanatını edebiyat gibi dolayımlı ve “simgesel” bir sanat olarak mı inşa edeceğiz, yoksa edebiyatın ruhunu kavrayıp, filmi tümüyle kendi imkânlar alanında yeniden mi inşa edeceğiz? Böyle yaptığımızda uyarlanan edebiyat eseri hakikaten olduğu gibi kalacak mıdır? Kesinlikle kalmayacaktır. Stanislav Lem’in Solaris başlıklı eserini filme uyarlayan Tarkovsky’nin, yazar tarafından “bu film benim eserime hiç benzemiyor” diyerek tehdit edilmesi, edebiyatla film sanatı arasındaki ilişkinin asıl düzlemini belirleyen bir örnek olarak okunabilir. Evet, filme uyarlanan edebiyat eseri, o esere ruhsal kardeşlik dışında (ki o eserler, Solaris’te olduğu gibi sadece bir “çıkış” iseler bu kardeşlik bile tartışmalıdır) benzememelidir. Zira edebiyat eserine biçim olarak benzeme film sanatı için intihar anlamı taşır.

Edebiyatın zamanı meselesi film sanatı ile edebiyat arasındaki ilişkide en önemli tartışma meselesidir. Edebiyat, hayatı kelimelerden kurulu bir bina içinde “yaşatır”. O binada hiçbir açıklık, boşluk yoktur, olamaz da… Boşluk bıraktığınız anda, o kelimelerden oluşmuş sırça saray yerle bir olur. Bu yüzden zaman, kelimelerin oluşturduğu bir soyutluktur sadece. Bir saniyeyi bin sayfada anlatabilirsiniz; ya da bin yılı bir sayfaya sığdırabilirsiniz. Zamanın soyutluğu, yaşanan / yaşatan bir zaman olmaması dolayısıyladır. Bu yüzden sahtedir edebiyat zamanı. Edebiyatta “anlatılmayan” hiçbir şey, bırakılan hiçbir “boşluk” olmaz. Bu anlamıyla edebiyatı, edebiyatın ilkeleriyle filme uyarlamaya kalkarsanız “kadraj-içi” bir dünya yaratmak zorundasınızdır. Film sanatı ise, zamanın, hayatın tüm unsurlarını birbirine bağlayan maneviyatı dolayısıyla kadrajdan çok kadraj-dışının sanatıdır. Bu yüzden her şeyi doldurmaya çalışan ve tek kelimelik bir boşluğa dahi tahammülü olmayan edebiyata karşılık, film sanatı neredeyse tümüyle boşluktan imal edilmiştir. Bu yüzden edebiyatın kelimelerden oluşmuş binasını yıkıp yeniden inşa etmelidir film sanatı. Ve o bina artık çoğunlukla boşluklardan ve sessizlikten oluşmalıdır. Dolayısıyla edebiyatla sinema arasındaki “aradüzlem” meselesidir konumuz. Aradüzlem, edebiyatın parantezi içinde kalınarak inşa edilirse, film sanatının içkinlik ve aşkınlık düzlemine sirayet edemez. Zira kan uyuşmazlığı vardır iki düzlem arasında. Film, ruhu ve maneviyatı açısından temâşâcı, zamanda akan ve dolayımsız iken, edebiyat özü itibariyle dolayımlı ve zamandışıdır. Edebiyatın zamanı psikolojik ve soyutken, sinemanın zamanı somuttur. Dolayısıyla oluşturulan aradüzlemin zaman içinde akan temâşâcı bir ruhu olmalıdır ki film ile geçişkenliği sağlansın.
Edebiyatın alanını çepeçevre saran film alanı, edebiyattan film sanatına aktarımlarda zaman meselesini yeniden inşa etmek zorundadır. Film sanatının içinde a priori olarak mevcut olan somut zaman, edebiyatın soyut zamanı ile karşılaşırsa ne olur? Edebiyatla film sanatının kan uyuşmazlığı tam da burada başlar. Bir edebiyat eserini sinemaya aktaran yönetmen, öncelikle o edebiyat eserinin kelimelerden oluşan dolayımlı binasına iltifat etmemelidir. Ancak film yönetmenlerinin çok büyük bir çoğunluğu bunun farkında değildir. Edebiyatla film sanatı arasında direk ve doğrusal bir ilişki kurmaya çalışırlar. Edebiyat eserinde oluşturulmuş “sahnelerin”, aynı kelime ve eserin “zamandışılığı” ile filme taşınması, bir edebiyat eserinde bir imkân olarak mevcut olan hayâli de yok eder. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, edebiyatta, kelimelerle doldurulan tüm boşluklar yine de simgesellik dolayımında bir hayâl imkânına açılırken, aynı ilke ile filme aktarılan edebiyat eseri, film içinde o imkânını da yitirir. Zamandışılık, film sanatında mevcut olan zaman ile ân arasındaki ilişkinin filmi akıttığı ebediyetten veya zamanötesilikten başka bir şeydir. O yüzden edebiyatın zamandışılığı ile film sanatının ancak zamanla birlikte yürüyerek varılan “zamanüstülüğünü” birbirine karıştırmamak gerekir. Filme aktarılan edebiyat eserlerinin çok büyük bir çoğunluğunun bir tür hareketli fotoromana dönmesinin ana sebebi bunların birbirine karıştırılmasıdır.

Eisenstein, Kuleşov ve Pudovkin’in öncüleri olduğu montaj tipinin zamanla ilişkisi, edebiyatın zamanla ilişkisine daha yakındır. Bu yüzden onların sineması ve sonrasında başka amaçlar için de olsa ana akım sinemanın kahir ekseriyetinde gördüğümüz montaj sineması, edebiyat uyarlamaları için büyük bir estetik depo olarak kullanılageldi. Ancak bu estetik depo, edebiyatın içinde kısmen de olsa varolan canlılığı montaj masasında öldürüp, filmi, sentetik bir malzemeye döndürme tehlikesini bünyesinde barındırıyordu.

Film sanatını, zorunlu olarak dolayımlı ve simgesel olan edebiyatın araç ve yöntemlerine mahkûm bıraktığımızda, onda içkin olan asıl potansiyeli çok fazla kullanamıyoruz demektir. Dünya sinemasında bir edebiyat eserini sinemaya uyarlamaya çalışan yönetmenlerin kahir ekseriyeti, edebiyat eserinin biçim ve içerik penceresi içinden konuşmaya çalışıyorlar. Böyle olunca edebiyatı ve diğer tüm sanatların içinde olduğu alanları parantez içine alıp, parantez dışındaki sonsuz alanın imkânlarını kullanması gereken film, parantez içindeki küçücük bir alana mahkûm kalıyor. Bu alan, genellikle edebiyat sembolizmine ve konuşmalara yaslanan bir sinemaya zemin hazırlıyor.

Mustafa Kutlu’nun bir eserinden uyarlanan Osman Sınav’ın Uzun Hikâye filmi, yukarıda tartışmaya niyetlendiğimiz sorunların hemen hemen tümünü bünyesinde barındırmasıyla örnek olarak alınabilir. Edebiyat alanından film alanına taşınan “biçim” ve “anlam” film alanında dönüşüme uğrar. Bu dönüşümün birinci tipi, edebiyatın sembolik yapısını ve “zamandışılığını” koruyarak, hikâyenin aktarılmasıdır ki, dünyada edebiyat uyarlaması adına yapılan filmlerin kahir ekseriyetinin dâhil olduğu tiptir. Bir sanat eserinin açılmaya çalıştığı anlam ve deneyim düzeylerini düşündüğümüzde, bir edebiyat eserini filme aktarmaya çalışan yönetmenin tam olarak ne yapmak zorunda olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. Akla, duygulara, duyumlara, “akleden kalbe” ve ruha ulaşmak isteyen ve bunların hepsini bir yerde cem etmeyi amaçlayan kâmil bir sanat eseri oluşturmak için, edebiyattan film sanatına aktarım tüm boyutlarıyla üzerinde düşünülmesi gereken bir geçiştir. Zira arada büyük bir uçurum vardır ve o uçurumu edebiyatın ilkelerine sadık kalarak geçmek imkânsızdır. Ancak Uzun Hikâye’de Osman Sınav’ın yaptığı türden bir yaklaşım, bahsettiğimiz anlam ve deneyim düzeylerini bir düzeye indirgeyip içine kapar. Önce edebiyat eserinin tüm “olay” ve “sahneleri” alınır ve görüntü ve mizansene tercüme edilir. Genellikle montaj sinemasında gördüğümüz şekilde açı-karşı açı türü diyaloglarla ve çok kısa planlarla anlatılmak istenen hikâye “dikte edilir”. Ancak buradaki asıl sorun, edebiyat eserinin, edebiyatın içinde kısmen de olsa varolan hayâle açılma ve genişleme imkânının, edebiyatın yöntemlerini aynen kullanan bir görüntüye tercüme edilerek yok edilmesidir. Uzun Hikâye’nin kadraj dışında “yaşayamaması”, hatta kadrajın da genellikle oyuncuların yüzlerinden ibaret bir boyuta kadar küçültülmesinin film sanatının çok-boyutlu, çok-anlamlı ve çok-deneyimli yönüne bir tezat oluşturduğunu düşünebiliriz. Film sanatının asıl değeri ve her büyük filmi, tüm hayat için ve her deneyim zamanında ayrı bir deneyim olarak “yaşanabilecek” bir hayat olarak algılamamızın asıl sebebi buradadır. Kadrajın dışındaki kocaman bir hayat içinde yaşar film. Ama Uzun Hikâye’de gördüğümüz şey neredeyse bunun tam tersidir. Kadraj içinde ne kadar “dikteciyse”, kadraj-dışında da o kadar “ölüdür” film. Adeta oyuncuların oyunculuklarına güvenerek suni solunumla yaşatılmaya çalışılır her seferinde! Bu da film sanatını tiyatronun alanı içine hapsetmekle eşdeğerdir.

Uzun Hikâye’nin on, on beş yıllık bir zaman dilimin kapsamasına rağmen “zamandışı” görünmesi, yönetmenin, film sanatının içinde içkin olarak mevcut olan zaman anlayışı yerine, edebiyatın zamanını tercih etmesiyle ilgilidir. Neredeyse tümüyle zamandan ibaret olan film sanatını, o zaman ırmağından çekip çıkaran Osman Sınav, dünya sinemasındaki yönetmenlerin kahir ekseriyeti gibi zamandan çıkan bir filmin yaşayamayacağının farkında görünmez… Filmde tam olarak hissettiğimiz şey, kelimelerden yapılmış bir binanın, kelime tuğlalarını aynen kullanarak yeniden inşa edildiği gerçeğidir. Zaman, filmin içinde “akmadığı” için, film zamanın içinde varolamaz. Kopuk kopuk fragmanlar halinde ve kelimelerden oluşmuş deponun tekrar tekrar kullanılarak inşa ettiği bu yeni bina, film sanatının alanı içinde değildir. Daha doğrusu “sadece film sanatının erişebileceği imkân alanı” içinde değildir. Elbette say(a)amadım ama Uzun Hikâye bine yakın plandan oluşuyordur tahmin ediyorum. Bu, filmin, içinde akarak ancak varolabileceği zamanın, bin parçaya bölünerek “anlamsızlaştırılması” demektir. Zamanın anlamsızlaştırılması, filmin, beş büyük deneyim ve anlam düzeyinin (yüzeysel gerçeklik, alegorik düzey, temâşâ düzeyi, hayâl düzeyi ve berzah düzeyi) ilk ikisine (hatta büyük oranda ilkine) takılı kalması anlamına gelir. Zamanın “maneviyatının” farkına varmayan montaj sineması, ilk iki düzeyde var olmak için diğer sanatlarda ve edebiyatta varolan simgeselliği filmlere yâr eder. Film zaman içinde değil, sadece montaj masası içinde yaşar hâle gelir. Filmdeki yüzlerce planın her birisi montajcının bir logo gibi yapıştırıp kesebileceği bir oyun hazinesi hâline dönüşür.

Uzun Hikâye’deki bir başka önemli problem, aynen edebiyatın kelimelerde boşluk bırakmaması gibi, yönetmenin film içinde zamanın nefes alabileceği tek bir boşluk dahi bırakmamış olmasıdır. Filmin içinde, özellikle ana karakter Ali’nin öyle bir “aceleciliği” vardır ki, insan ruhuna ulaşabilecek bütün boş alanları, yönetmen Ali’nin kelime, mimik ve hareketleriyle alelacele doldurma ihtiyacı duymuş. “Hareket sinemasının” temel özelliği olan, her boşluğu hareketle doldurma ihtiyacı, Osman Sınav’ın anlayışında da başat itici güç olarak hissedilebiliyor. Filmde bu eleştiriyi bertaraf edebilecek belki iki üç sahne vardı. Ancak yönetmen, o sahneleri bile yakın plan “duygulanım çekimleriyle” kendi hareket alanına çekerek, o sahnelerdeki ruhsal alana ulaşma imkânını da yok etmiş.

Sanatın deneyim ve anlam düzeylerinde bahsettiğimiz beş düzeyin sadece ilk iki düzeyinin amaçlanması, film sanatını ya propagandanın, ya alegorilerden oluşmuş hicvin ya da çeşitli türlerden “pornografilerin” düzeyine indirger. “Duygulanım” pornografisi, ana akım Hollywood’un hemen tüm dünya sinemasının ana akım hareketlerine bir miras olarak bıraktığı bir şeyse; propaganda ve alegorik hiciv de, Eisenstein, Pudovkin ve Kuleşov’un simgesel sinemasının, dünya “sanat sinemalarının hiç olmazsa kahir ekseriyetine” bıraktığı mirastır.

Osman Sınav’ın, Mustafa Kutlu’nun, bir hikâye olarak okunduğunda sıcak, sevgi dolu ve anlamlı hikâyesini filme uyarlayarak iyi bir şey yaptığı gerçeğini yadsıyor değiliz. Ancak asıl sorun filmin neden “görüntülü bir fotoroman” düzeyine indirgenecek kadar yetersiz olma sebeplerini araştırmaktır. Çokça kullandığımız tabiri tekrarlama pahasına söylememiz gerekir ki, bir kâl dili olan edebiyatı, hâl diline dönüştürmek için yapılması gerekenler Uzun Hikâye’de gördüklerimiz değildir. Bu noktada Osman Sınav’ın, hikâyenin “duygusallığını” ve kahramanın karakter yapısını seyirciye aktarmak için despotik bir yöntem kullandığının özellikle tespit edilmesi gerekiyor. Yaşatmak yerine dikte etmek…

Bir yönetmen, bir “hayat parçasını” kameranın yeri, açısı, uzaklığı veya hareketiyle mecburen “sansüre uğratır. Yani hayatın bir hiyeroglifi (edebiyat gibi hayat parçasının veya nesnelerin bir simgesi değil) olan film sanatı, yine de aktarmaya çalıştığı hayatı tüm veçhe ve çok yönlülüğüyle aktaramaz. Bu yüzden her film az ya da çok sansür(lü)dür. Ancak, özellikle zamanın parçalandığı ve duygulandırma amaçlı yakın plan yüz çekimlerinin hâkim olduğu bir sinema anlayışı, yukarıda bahsettiğimiz deneyim ve anlam düzeylerinin çoğunda başarısız olur. Birincisi, film, yaşayan bir organizma olmaktan çıkarılıp fragmanlı yapısıyla bir dikteler ambarına dönüşür. Yönetmen, Uzun Hikâye’de olduğu gibi, hayatı aktarabileceği sonsuz imkânlar alanından sadece birini, kamerayı oyuncunun yüzüne gömerek size dikte eder. Bu anlamıyla nesneye karşı da “saygısız” ve “otoriter” bir bakışı imleyen Batı rasyonalizminin bir çıktısı olan sanat anlayışının bir görünümünü inşa eder kamera. Açı ve karşı açılar, edebiyatın içinde, film sanatı kadar olmasa da yine de mevcut olan anlam ve deenyim genişliğini bir düzeye indirgeyerek yok eder. İzleyiciye ne zaman ne düşüneceği, neye ağlayıp neye güleceği dikte edilir. Bu anlayışın, Türkiye’deki en “pornografik” örneklerinden birisi olan Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmi ile Uzun Hikâye arasında bu anlamda bir akrabalık olduğunu söyleyebiliriz.

En büyük yönetmenlerin dahi bir edebiyat eserini sinemaya aktarırken benzer hatalar yaptığını düşünürsek, bu “hatalar” bir anlayıştan mı, yoksa film sanatı ile edebiyatın imkân alanlarını çok fazla düşünmemekten mi kaynaklanıyor? Buna iki türlü cevap verilebilir: Birincisi, anlam ve deneyimin “kısıtlanması” ve izleyiciye seçme şansı bırakılmaması, sindirilmesi kolay olduğu için izleyiciye bir kolaylık veriyor. Kolaylığın büyük oranda çok izlenmeyi de getirdiği düşünülürse, yönetmen için “piyasaya” hitap etmenin kodları kendiliğinden ortaya çıkıyor. Peki, piyasaya hitap etmek için seyirciyi “aptal yerine” koyan yönetmen, aynı zamanda kendisine de ihanet etmiyor mudur? Çok izlenen filmlerin kahir ekseriyetinin yönetmenin izleyiciye karşı saygısızlığından olduğunu düşünebilir miyiz o zaman? Bana kalırsa buna verebileceğimiz cevap kısmen doğru olduğudur. Zira yönetmenlerin kahir ekseriyeti, film sanatının parantez-dışı alanının farkında olmadığı için, edebiyatın ve diğer sanatların simgeselliğinin filme birebir aktarılmasının kolaycılığı tarafında oluyor. Film sanatının parantez içi dünyasının, yani edebiyatın, resmin, heykelin vs. dünyasının, parantez dışındaki müphem alan yanında kullanım kolaylığı taşımasıdır yönetmenlerin büyük çoğunluğunu bu yöne taşıyan. Nasılsa “bulunmuş” ve etkisi “garantilenmiş” bir biçimi, içerikle ortaklaşa bir zeminde aynen kullanmak, edebiyat eserini film sanatı gözünde damıtarak ruhunu çıkarmak ve onu peliküle bir “ruh olarak” aktarmaktan çok daha kolay geliyor yönetmenlere. Osman Sınav da, insanlara Mustafa Kutlu’nun eserlerini hatırlatmanın hayırlı yönünü saymazsak, tam olarak bunu yapıyor bana kalırsa.

Sözle aktarılamayanın peşinde olmalıdır film sanatı. Çok sık söylediğimiz gibi, “hâl dilinin” peşinde koşmalı, sözün ve kelimelerin ifade edebileceğinin ötesindeki ebediyete gözünü dikmelidir.

Enver Gülşen   Timeturk 18.10.2012 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsmet Özel’in Erbain Den Alıntılar

Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Üç Frenk Havası 1. Capriccio Alum Gülünç bir ölümle öldü deniyor Max Stirner için çünkü mahvına sebeb nihayet bir sinektir ama Fanya Kaplan nasıl öldü diye sorarsak sanırım işimiz fazlasıyla ciddileşir. *** 2.Alum Cantabile Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı durmadanbeyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara güneşin zekasıyla doymak isterdim kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı ban Tahrik yürek elbet acıyor esvap deği...

Hatırı Sayılır Sözler

Hatırı sayılır sözler   Aşk ruhların çeşitli yaratıkların arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesi demektir. İbnihazm * Gemisini kurtardığı için kaptan olmayı hak ettiğini düşünen kişiler bireyciliği göklere çıkardılar. Bunu yapmış olmakla da tarihteki en hastalıklı adlandırmayı gerçekleştirdiler. İsmet Özel * Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez onları alışmış oldukları tokluk öldürür İbni Haldun * Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak sanattır. Goethe * Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması insanların düşünememesidir. Jean-Paul Sartre * Yaratan'ın karşısına bunca büyük yapıtı okumamış olarak çıkmak düşüncesi beni çileden çıkarıyor. Oliver Wendell Holmes * Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır... Mayakovsky * Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan,  âl...

İsmet Özel

Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?-Yaşama!-Ya bileydim?Yazar: MıydımHiç: Şiir . Münacaat Bu yaşa erdirdin beni,gençtim almadın canımı ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak büklümlerinin içten ve dışardan sarmaladığı günlerde bir zamandı heves etti m gölgemi enginde yatan o berrak sayfada gezindirsem diye ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende. Vakti vardıysa aşkın,onu beklemeliydi genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için halbuki aşk,başka ne olsundu hayatın mazereti demedim dilimin ucuna gelen her ne ise vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi. Hata yapmak  fırsatını Adem’e veren sendin bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım Ademo...