Bedri Gencer
Kent Dindarlığında İslâm’ın Kaybı I-II
Modernleşme sürecinde İslâmî kimliğin dönüşümü, entelektüel
gündemin demirbaş konusunu oluşturmaktadır. Mehmet Altan (2010), gündeme
getirdiği “kent dindarlığı” teziyle bu konunun farklı bir yönüne dikkat çekti.
Onun empatik bir perspektiften yaptığı gözleme göre Türkiye’de kent dindarlığı
yok olmak üzeredir. Cumhuriyet inkılâplarıyla tekke ve zaviyelerin kapatılması
dinî yaşayışın estetik-kültürel boyutunu yok etmiş, bu boşluktan doğan kaba,
köylü bir Müslümanlık, İslâm’ın medenî imajını bozmuştur. Cumhuriyeti güya
tehdit eden siyasal İslâm tehlikesi, zamanla kentleri de kuşatan bu kaba
Müslümanlıktan doğmuştur. Dolayısıyla asıl tehdit, siyasal İslâm’ın devlete arz
ettiği değil, bu kaba Müslümanlığın topluma ve ülkeye arz ettiği tehdittir.
Burada niyetimiz, Altan’ın teziyle gündeme gelen bu konuyu
işlemselleştirilecek temel kavramlar sayesinde çok-boyutlu bir analize tâbi
tutmaktır. Çok-boyutluluktan kastımız, değişimi tam olarak tespit için hem
içeriden, hem dışarıdan bir bakışla konuyu işlemektir. Kentselleşme-dindarlaşma
ilişkisi, bugüne kadar genelde dışarıdan, sosyolojik, görgül perspektiften ele alınmıştır.
Bundan farklı olarak biz, konuyu iki cepheden, yani hem İslâm’ın içinden, dinî,
hem de dışından, sosyolojik perspektiften ele alacağız. Analitik olabilmek için
birbirlerine bağlı üç temel mesele etrafında konuyu tartışacağız:
Bir, şehirlileşme-dindarlaşma ilişkisi,
İki, kentselleşme-sekülerleşme ilişkisi,
Üç, İslâm’ın kaybı olarak sekülerleşmenin seviyeleri.
Çalışmamızda ele alacağımız asıl konu,
kentselleşme-sekülerleşme ilişkisi bakımından İslâm’ın kaybı olarak
sekülerleşme seviyeleridir; birinci mesele, asıl ikinci ve üçüncü meselelerin
tartışılmasına bir giriş olarak ele alınmıştır. Öncelikle bizi bekleyen iş,
“kent, şehir, din, dindarlık, sekülerleşme” gibi temel bazı kavramların
tarifidir. “Kent dindarlığı” derken önce “hangi kent” sorusunu sormak
gerekmektedir. Bu noktada lâfzen anlamdaş görünseler de “şehir ile kent”
arasında bir ayırımı yapılabilir.
Medineden Kente
Şehir, Spiro Kostof (1999)’un çığır-açıcı çalışmasının
gösterdiği gibi, geleneksel dünyagörüşüne göre vahdet ve uyuma dayalı bir
bedeni temsil eden organizmadır ki bu en somut şehrin gövdesini oluşturan
külliyede görülür. Din, “tin, can ve ten” denen madde ve manadan mürekkep
kompleks bir varlık olarak yaratılmış insanın maddî ve manevî tüm ihtiyaçlarını
karşılamak için gönderilen ilahî bir ekonomi olarak tanımlanabilir. Dinin bu
mantığına uygun olarak insanın maddî ve manevî tüm ihtiyaçlarını en iyi şekilde
karşılamak üzere büyük bir incelikle tasarlanmış külliyede bu açıkça görülür.
Külliye, bir caminin etrafında kurulmuş medrese, mektep, kütüphane, zâviye,
türbe, sebil, çeşme, imarethane, han, hamam, kervansaray, tabhane, darüşşifa,
helâ, hazire binalarından oluşur.
Bu anlamda külliye ve onun gövdesini oluşturduğu şehir, bir
beden gibi kendi kendine yeterli, otarşik bir birimdir. Bu yapıların hepsi,
tevhîdî bir mantıkla insanın maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
birbirlerine bağlanır ki bu, mihrabın esprisinde en belirgin görülür. Kıblesi
ve mihrabında yatan mantık, “Allah’ın evi” olarak tanımlanan caminin ötesinde
külliyenin diğer unsurlarında da görülür. Bunların hepsi ortak bir kıbleye
yönelmekle kozmik bir vahdet oluşturur. Lâfzen “nefisle yapılan harp yeri”
anlamına gelen mihrab ise örneğin sadece Süleymaniye Külliyesi’nin camisinde
değil, kütüphanesinde de görülür. Bu dizayn, görünüşte farklı işlevler görmek
üzere kurulsalar da bütün bu yapıların modern dinî/gayr-i dinî-kutsal/profan
ayırımlarına meydan okuyan bir ulvî gaye ve işlev birliğinde buluştuklarını
gösterir.
Buna karşılık kent, Sanayi Devrimi’nden sonra modern
dünyagörüşünün mekanistik, hendese mantığına göre yapay olarak cadde, bulvar,
meydanlardan, apartman ve sitelerden oluşturulmuş bir mekâna delalet eder. Daha
yakından bakıldığında kent’in modernliğin üç hayaletinden (devlet, ulus, toplum)
biri olan toplum’a tekabül ettiği, onu temellendirdiği görülür. XIX. asır,
Sanayi Devrimi ile sosyoloji, yani toplum-biliminin doğduğu asırdır. Burada
aslında bir kurgu olan soyut toplum kavramı, kent ile somutlaştırılmış, böylece
beşerî dünyayı tanımlamanın ana disiplini olarak Aristo’nun kullandığı ta
politika (fenn-i medine)’ya karşılık olarak kent-bilimi anlamında sosyoloji
doğmuştur.
Spiro Kostof (1999)’un çığır-açıcı çalışması,
“planlanmış/planlanmamış şehir” ayırımı efsanesini yıkmıştır. Her ikisi de
genel anlamda bir plana dayansalar da bir organizma olarak şehrin bir tarihi ve
ruhu varken kentin yoktur. Sokakların adlandırılması tarzı, aralarındaki farka
basit bir örnek olarak verilebilir. Örneğin bizde köklü şehirlerde sokaklar
“Müezzin Bilal, Feyzullah Efendi, Kuşkonmaz” gibi isimler alırken Batı’daki
kentlerde “70. 80. sokak” gibi ruhsuz bir şekilde numaralandırılırlar. İstanbul
örneğinde görüldüğü gibi bir karşılaşma durumunda ise giderek azmanlaşan kent,
tarihi ve ruhuyla yaşayan şehri yutmaya yönelir, geriye özellikle İstanbul’un
Avrupa yakasında Beylikdüzü tarafında görüldüğü gibi bir betonlar yığınının
silueti kalır. Bu durumun en vahim sonucu, şehirde yatan “medine=dindarlık
mekânı” esprisinin kaybolmasıdır.
Arapça “şehir” kelimesi aslında “ay” demektir; asıl kent
anlamına gelen kelime medine’dir. Arapça’da medeniyet kelimesi, medine’den, o
da din’den ve o da deyn=borç kelimesinden türemiştir. Borç anlamı, ilahî bir
ekonomi olarak tanımladığımız dinin özünde yatan alışveriş, ticaret mantığını
gösterir; önce Allah-insan, daha sonra da insan-insan arasında dünyadan ahirete
uzanan bir büyük alışveriş. Din kavramının “şeriat, ibadet, âdet ve cezâ”
olarak ayırt edilebilecek dört temel anlamında da bu espri görülür. Deyn ile
ilgili genel anlamı bakımından dinin asıl yaşandığı yer, medinedir. Külliyenin
organizasyon tarzında açıkça görüldüğü gibi, din ile dünyayı birbirlerine
bağlayacak bir büyük alışverişin altyapısı ancak medine tarafından sağlanır. Bu
bakımdan şehir, bizim yaptığımız ince ayırımla, burada ile oradanın, şimdi ile
geleceğin birbirlerinden koptuğu sekülerizm değil, burada ile oradanın, şimdi
ile geleceğin birbirlerine sıkıca bağlandığı sekülerlik ile vasıflanır (Gencer
2009, 2010).
Din, köyde ise daha ziyade âdet boyutunda yaşanan bir nizam
olarak belirir. Yakından bakıldığında görülür ki İbni Haldun’un da gözlediği
gibi, köyle şehir arasında deyim yerindeyse bir nimet-külfet dengesi vardır.
Köyde ferdî dinî şuur daha zayıf olmakla birlikte, kamuoyu veya mahalle baskısı
daha güçlü bir şekilde davranışları yönlendirdiği için ahlakî yanılma ihtimali
azalır. Buna karşılık şehirde ahlakî yozlaşma kadar bundan korunma yollarını
gösterecek dinî şuuru geliştirme imkânı da artar. Bu bilinç, hicret ruhuyla
ahlaken yozlaşmış bir şehri yeniden kurma veya yeni şehirler kurma kabiliyetini
verir sakinlere=dindarlara. Örneğin Fahr-ı Âlem Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü
ve’s-selâm, Mekke’den hicret ettiği Yesrib’de daha sonra bir kozmopolise
dönüşecek bir “medine-i münevvere” kurmuştur.
Şehir, böylece sekülerleşme kadar sekülerleşmeden korunma
mekanizmasını da bünyesinde taşır, sekülerliğin sekülerizme dönüşmesine izin
vermez. Bu yüzden sekülerleşmenin Batılı ve Doğulu dünyalar örneklerinde
değişen anlamları ayrılmalıdır. Hıristiyanlık örneğinde Batı’da gerçekleşen
sekülerleşme, dinin özünden kabuğuna, ruhundan derisine doğru dönüştürülmesi
anlamına gelir. Aynen beden örneğinde olduğu gibi dinde ruhu ile derisini
birbirlerine bağlayan, bedeni ayakta tutan iskelet işlevini gören şeriat denen
anayasadır. Bunun için Batılı sekülerleşme, Paul’un hikemî (logic) bir
evrensellik uğruna Hıristiyanlığı iskeleti olan şeriatından arındırmasıyla
başlamıştır. Sonunda (Yahudi-Hıristiyan) din, tamamıyla kabuğundan ibaret bir
semboller sistemi olarak antropolojik bir inceleme nesnesi haline gelmiştir.
Sekülerleştirmenin Aracı Olarak Kentsel Mühendisliğin Doğuşu
Kentselleşme ile sekülerleşme arasındaki ilişkiyi analiz
için, rastgele kullandığımız “kentselleşme, sekülerleşme, modernleşme” gibi
terimlerin “bir olgu ve bir proje” olarak iki anlamı arasında farka dikkat
etmek gerekir. Türkçe’de durumu belirten “-lik” (sekülerlik, modernlik) veya
süreci belirten “-leşme” (sekülerleşme, modernleşme) kalıpları, bu kavramların
olgusal boyutunu ifade için kullanılır. “Sekülerizm, modernizm” örneklerinde
olduğu gibi Türkçe’deki “-izm (-cılık)” kalıbıyla kullanıldığında ise bu
kavramlar, bir projeyi ifade eder. Asıl gözden kaçırılan ise bir proje olarak
süreci belirten “-leştirme” kalıbıdır ki “modernization/modernizing” ayırımında
görüldüğü gibi bu, İngilizce’de “-izing” kalıbıyla anlatılmaktadır. Ancak
burada ince nokta şudur ki Batı’da ta civilization (medenileşme)’dan itibaren
kullanılan secularization, modernization, globalization gibi bir olgu olarak
süreci belirten kavramların hepsinin, “-izing= leştirme” kalıbıyla ifade
edilmeseler de, haddizatında gizli bir -teolojik- projeyi ifade ettiği,
deskriptif değil, aslında normatif bir muhteva taşıdığıdır.
Bu bakımdan Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de sekülerleşme
ve modernleşmeye götüren kentselleşme (urbanization) sanıldığı gibi bir olgudan
ziyade “kentselleştirme” (urbanizing) şeklinde bir projedir. Burada içsel ve
dışsal karar mercileri bakımından proje kavramının da iki semantik seviyesi
ayırt edilebilir. İç-kaynaklı bir sosyal değişmeyi yönetmek için kullanılan
birinci ve nötr anlamında proje, çeşitli karmaşık faktörlerin etkileşimiyle
zaten başlamış olan bir değişme sürecinin çığırından çıkarak yıkıcı sonuçlar
doğurmasını önlemek, bu sürece bir istikamet vererek yeni bir düzene geçmek
için benimsenen bir siyasa demektir. İkinci, negatif anlamında proje ise bir
toplumun yapısını tedricen değiştirmek için dış güçlerce dayatılan bir
mühendislik türüne delalet eder.
Manevî anlamda mühendislik kavramı, Aydınlanmacı mekanistik
dünyagörüşünce tarih, toplum, dil, şehir gibi organizmalara da uygulanan, adeta
tanrısal bir sosyal kontrol özleminin ürünü mekanistik bir değişme programını
ifade eder. Pozitivizm ile pekişen bu anlayışa bağlı olarak “tarih, siyaset,
kültür, dil mühendisliği” gibi çeşitli moral mühendislik türleri ortaya
çıkmıştır. Bunların bir türü veya toplamı olarak düşünülebilecek toplum
mühendisliğinin merkezine ise kent kavramı oturmaktadır. Doğdukları XIX. asra
atıfla “toplum ile kent” kavramları arasındaki ince ilişkiye zaten dikkat
çekmiştik. Burada önemli olan, toplum ile kent mühendisliği arasındaki kritik
ilişkiye, diğer bir deyişle beşerî mühendislikte kent veya genel anlamda mekân
planlamasının tuttuğu yerin önemine vukuftur. İnsanın hayat ve düşünce/inanç
tarzı, mekânı kullanma tarzı tarafından belirlendiği için beşerî realitenin
değiştirilmesi projelerinde mekân planlaması hayatî bir önem taşır. Bu konuda
Amerikalı mimar Richard Neutra’nın şu iddiası çarpıcıdır: “Öyle bir ev
planlarım ki mutlu bir karı-kocayı altı ay içinde boşandırabilirim.”
Bu tez, Türkiye’de uygulanan toplum mühendisliğinin
mantığını anlamak için bize önemli bir ipucu verir. Geleneksel emperyal
sistemlere özgü elit politikasının öngördüğü sıkı toplumsal kontrol anlayışı,
Osmanlı’dan Türkiye’ye pek değişmeden intikal etmiştir. Burada önemli olan
mesele, toplumu kontrolün tarzı ve araçlarıdır ki bu da bizzat “toplum”
kavramının muhtevasına eğilmeyi gerektirir. Toplum, modern dünyada “ülke” denen
polis=şehrin yerini alan, modernliğin ürettiği saymaca bir kolektivitedir. Bu
itibarla modern toplumu değiştirme projeleri, somut olarak ülkenin üstyapısal/anayasal
ve altyapısal/mekânsal boyutlarına yönelir. Yani yakından bakıldığında
elitistik sosyal kontrol anlayışından kaynaklanan toplumsal mühendisliğin iki
boyutunun olduğu görülür. Birincisi, siyasî-hukukî, ikincisi kentsel.
Bunun, en somut Tanzimat devrindeki radikal reform sürecinde
hayata geçirildiği görülür. Islahat Fermanı’nın püf noktası, modern vatandaşlık
kavramıyla Müslim ile gayr-i Müslim tebaa arasındaki geleneksel hiyerarşiyi
gidererek tam bir eşitlik getirmesidir. Klasik dönemde Müslim ile gayr-i Müslim
tebaa arasında formel bir eşitlik olsa da fiilî bir hiyerarşi vardı ve
şehirdeki oturum tarzı da buna uygundu. Dolayısıyla öngörülen bu anayasal
eşitlik, ancak kentsel bir mühendislikle somutlaştırılabilirdi. İşte Islahat
Fermanı’nın açıklanmayan, gizli bazı maddelerinin yerleşik sosyal ilişkiler
dokusunu değiştirmek üzere İstanbul’da apartman türü yeni binaların yapılmasını
öngördüğü rivayet edilir.
Gerçekten de 1864 ile 1875 arasında yapılan apartmanlarla
(Çelik 1993: 135) geleneksel sosyal yapı hızla değişmeye başladı, şu alıntıda
özetlendiği gibi: “Tanzimat'tan sonra kent yaşamı eski kalıplarını kırarak
bütünsel ve modern bir kente doğru açıldı. Bu elbette bir anda ve kolayca
yaşanmadı. Sonuçta Müslümanlar Pera’ya geçtiler, Hıristiyan mahallelerine
Müslümanlar karıştı, Yahudi mahallesine Hıristiyanlar. Diğerleri ise kentin her
yerine dağıldılar. Böylece birlikte ama ayrı ayrı yaşamlardan birlikte ve
yanyana yaşamlara geçildi. Kuşkusuz daha önce de Müslüman mahallesinde
Hıristiyanlar vardı. Hatta Eyüp gibi Müslümanlığın soluk alıp verdiği bir
semtte bile Bulgarlara, Ermenilere rastlamak mümkündü. Ancak bu kez durum
farklıydı. Aralarında dinsel ayırım yapılmayan kentliler ortaya çıkıyordu.
Bunun sonucu Müslüman Hıristiyanla kapı komşusu oldu. Apartmanlar çıkınca aynı
binayı paylaştılar. Okullarda, işyerlerinde beraber çalıştılar. Müslüman,
Hıristiyan ve Musevi ibadethaneleri, Ortaköy'de, Kuzguncuk'ta olduğu gibi
yanyana yer aldılar. Müslüman, Hıristiyan, Musevi birbirinin bayramını kutladı,
acısına sevincine ortak oldu. Siyasî ve ekonomik bakımdan çok sıkıntılı ve
gerilimli geçen sürece rağmen kent yaşamı renkli ve canlı, insanların
arasındaki ilişkiler çok yönlüydü” (Rotary 1996: 113).
Tabiatıyla bu proje, sadece din-temelli sosyal ilişkiler örüntüsünü
değil, bir bütün olarak sosyal-kültürel dokuyu değiştirmeye yönelikti.
Geleneksel konak hayatından apartman hayatına geçiş, genişten çekirdeğe doğru
aile yapılarını, otorite anlayışını, kısaca kolektif değerler manzumesini
tedricen değiştirecekti:
“Osmanlı atası eski düzenin merkezî özelliklerini temsil
ediyordu: hiyerarşi, sebat ve mutlak otorite. Yeni adam ise bu değerlerin
yıkıldığı, eşler arasındaki duygusal mesafenin yerini sevgi ve arkadaşlığa
bıraktığı, erkek ve kadınların duygusal bakımdan çocuklarıyla ilgili ve onlara
yakın olduğu, evli çiftlerin büyüklerinden bir parça özerk kalabildiği bir aile
ortamına özlem duymaktaydı. Osmanlı zâdegânı, yani konağın aile reisi,
modernlik özlemini tekil aileyi, apartman yaşamını ve Batılı eğlence biçimlerini
tercih ederek ifade eden daha genç bir kuşağın tehdidiyle karşı karşıyaydı.
Bununla birlikte Osmanlı ataerkilliğinin sona erişi, kuşkusuz derin bir
kararsızlığı, hatta bir özlemi su yüzüne çıkarmıştır. Jale Parla, Tanzimat
dönemi romanı hakkındaki vukuflu kitabında, ilk Osmanlı romancılarının bu
özlemi “babasız ev” mecazıyla ifade ettiklerini belirtir; bu mecazda romancının
kendisi yolunu şaşırmış topluma bir “baba rehber” rolünü üstlenmiştir.
Batılılaşmış, üst sınıf erkek betimlemeleri övücü olmaktan gerçekten de uzaktı:
Tanzimat döneminin “züppe”si kadınsı ve özenti bir tipti. Bu tip, güvenilir ve
ağırbaşlı Osmanlı erkeklik anlayışından bir kopuşun yanı sıra, gösterişten
kaçınan ve varlıklıların yoksullara yardım etmesini buyuran cemaatçi Osmanlı muhafazakârlığına
yönelik bir tehdidi de temsil etmekteydi” (Bozdoğan 1997: 121).
Kent Dindarlığının Sözde Sivilliği
Cumhuriyet döneminde bu tür kentsel mühendisliğin 28 Şubat
1997 sürecinde zirveye çıktığı söylenebilir. Türkiye’de İslamî kesimde küresel
ve yerel plandaki acı tecrübelerle açık veya örtük toplumu İslamîleştirme
gayesine matuf doğrudan siyasal iktidar, İslam devleti arayışı, zamanla
Müslümanlar adına bir sosyo-ekonomik iktidar arayışına dönüştü. 28 Şubat’ın
Hasan Mutlucan’lı klasik bir darbe yerine postmodern bir darbe olarak
gerçekleşmesi tesadüf değildi. Bu, Millî Görüş’ün başlattığı dinî kimlik
temelli politik iktidar arayışını tasfiyeye yönelik klasik darbeler devrinin
bittiğini, ekonomik-temelli siyasî iktidar arayışını tasfiyeye yönelik
postmodern darbeler devrinin başladığını gösteriyordu. Laik bir rejim için
klasik bir darbe ile İslâmî-yönelişli bir siyasî iktidar arayışının tasfiyesi
daha kolaydı, ancak iktidarın asıl kaynağı olan ekonomik güç arayışına tahammül
ve tasfiye daha zordu.
Yarattığı ön şok dalgasının ardından 28 Şubat, aydınlar ve
halk kitlesinden ciddi bir direniş ve tepkiyle karşılaştı ki siyasetin
normalleşmesinin ardından AKP’nin ezici bir zafer kazanması, bu darbeye en
büyük tepkiyi temsil etti. 28 Şubat postmodern darbesi kamuoyunda ağır bir
şekilde eleştirilerek mahkûm edildi, hatta 12 Haziran 2007’de Ümraniye'deki bir
gecekonduda 27 el bombasının ele geçirilmesiyle başlayan Ergenekon operasyonu
çerçevesinde bu darbenin bazı elebaşlarının yargılanması bile gündeme geldi.
Ancak sonuç itibariyle bu darbenin iki bakımdan amacına ulaşmış olduğu pek fark
edilmedi. Birincisi, uyguladığı sofistike ve yoğun psikolojik harple
yöneticileri ve seçmenleriyle Müslüman kitleyi gölgesinden korkar hale
getirmesi, ikincisi, doğrudan veya dolaylı bir kentsel mühendislikle
Müslümanları burjuvalaşma ve sekülerleşmeye sevk etmesi.
AKP’nin 28 Şubat’a tepkiyi temsil eden bir zaferle iktidara
gelmesi kritik bir soruyu da gündeme getirdi. Partinin iktidarı, bu sürece
destek mi, köstek mi oldu? 28 Şubat sürecinde özellikle moda olan toplum
mühendisliği uygulaması, somut olarak bakıldığında kısmî bir hukukî ve siyasî
mühendisliğin ötesine geçemedi; birkaç yasal düzenleme ve parti kapatmalarıyla
sınırlı kaldı. 28 Şubat Kararları’ndan somut olarak sadece zorunlu ilköğretimin
sekiz yıla çıkarılması başarıldı. Nitekim 2002’de darbenin beşinci yıldönümünde
taraftarı bir gazete, “28 Şubat yarım kaldı” başlığıyla yaptığı
değerlendirmede, sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, vakıfların Devlet
Denetleme Kurulu’nca denetlenmesi, cami yapımının izne bağlanması, cami ve
mescitlerin yönetimine ilişkin yasaların çıkarıldığı halde yurtdışında öğrenim
görenler, devlet memurları, KİT çalışanları, hâkim ve savcılar ile ilgili
tasarıların meclis komisyonlarında takıldığına hayıflanıyordu.
AKP hükümeti altında üniversiteye giriş sınavında meslek
liselilere katsayı uygulaması gibi bu haksızlıklar olabildiğince giderilmeye
çalışıldı. Ancak 28 Şubat, psikolojik harbin eşlik ettiği sinsi bir kentsel
mühendislikle etkisini sürdürerek bir bakıma amacına ulaştı. Bu gelişmenin
özellikle AKP’li merkezî ve yerel yönetimler altında gerçekleşmiş olmasına
bakılarak sekülerleştirmeye yönelik gizli bir kentsel mühendisliğin uygulandığı
tespitimiz, boş bir komplo teorisi olarak algılanmamalıdır. 28 Şubat darbesinin
ardından AKP, Millî Görüş partileri gibi İslamî kimliği temsil yerine bir
bakıma yeni Müslüman burjuva sınıfının çıkarlarını korumak için doğdu. Onun
“İslamcı” yerine Batılı burjuvaziye ait “muhafazakâr” sıfatıyla kendisini
tanımlaması, siyasî iddiaları törpülenmiş bu yeni şehirli, zengin Müslüman
kesimi temsil iddiasıyla iktidara gelişindendi.
Bu itibarla Tanzimat döneminde olduğu gibi sekülerleştirmeye
yönelik gizli bir kentsel mühendisliğin AKP’li yerel yönetimler altında
uygulanması durumunda iki ihtimal düşünülebilir: Ya medine ve medeniyet
şuurundan mahrumiyet, gaflet, veya AKP’yi de aşan küresel mega projelerin
icrasını kabullenme: İstanbul’un tedricen nötrleştirileceği Türkiye’nin üs
olarak konumlandırıldığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin nüfuzu.
‘80’li ve ‘90’lı yıllarda Anadolu’dan özellikle İstanbul
gibi büyük şehirlere göçün etkisiyle hızlanan apartmanlaşma, zaten şehrin
fiziksel ve sosyal dokusunu hayli değiştirmiş, özellikle şehrin belkemiğini
oluşturan mahalle kavramını aşındırmaya başlamıştı. 2000’li yıllarda başlatılan
kentsel dönüşüm projeleri ile belediyeler, TOKİ ve özel şirketlerin yaptığı
toplu konutlar ise adeta organik bir şehir kavramını yok etti. Fıtrata uygun
olmayan, tamamıyla yapay, hendesî yapılaşmalar, sekülerleşmenin patolojik
boyutu olarak yabancılaşmayı yaygınlaştırdı. Bugün psikiyatride 33’a kadar
çıkarılan fobi türlerini içeren yüzlerce hastalık kategorisi tanımlanıyor:
Agorafobi (meydan, açık alan korkusu), klostrofobi (kapalı yer korkusu), akrofobi
(yükseklik korkusu), nikotofobi (karanlık korkusu), antrofobi (insan korkusu)
ki bunlar panfobi veya omnifobi’ye (her şey korkusu) kadar varabiliyor.
Dikkat edileceği gibi bu fobiler, temelde insan fıtratına
aykırı çarpık kentleşme, binalaşma tarzından kaynaklanmaktadır. George Simmel,
bu konudaki endişesini yüzyılın başlarında şöyle ifade etmişti: “Kentler,
sınırları belirsiz genişlikte ve kaygı üretici ‘açık alanlar” üretiyor.
Kalabalıklar ve geniş mekânlar, kırdaki yoğunlaşmış dar mekânların teması
kolaylaştıran hayatıyla derin bir çelişki oluşturuyor. Kırın yoğunlaşmış ilişki
biçimleri, kentlerde, kişiye herkese karşı derin kayıtsızlık imkânı veren
ilişkilere dönüşüyor. Metropol kalabalığıyla kıyaslandığında insanın kendini
böylesine yalnız, böylesine kaybolmuş hissettiği başka bir yer yok” (Aktaran,
Bergen 2011).
Geleneksel şehir, aynen “hücre, doku, organ, sistem, beden”
şeklinde bir hiyerarşiden oluşan organizma gibi “oda, ev, bahçe, mahalle,
şehir” şeklinde bir hiyerarşiden oluşan bir organizmaydı (Düzbakar 2003). Bu
çarpık kentselleşme, sistemini oluşturan mahalle kavramıyla birlikte bu
organizmayı yok etti, “mahalle bakkalı, mahalle kahvesi, mahalle kültürü”
kalmadı. Mahallesiz şehirlerin inşası, hiyerarşisi bozulmuş, hastalıklı
bedenlerin üretimi demektir. Bunun yerine Müslüman ve laikçiler için modern,
türdeş gettolar olarak beliren Başakşehir ve Ataşehir gibi yapay
siteler=kentler üretildi. Gözlemlere göre artık kimse kendinden farklı olanla
beraber yaşamak istemiyor (Karakaş 2011). Nasıl ordu ve yargı mensubu memurlar
bilinçli olarak halktan ayrılmak, yabancılaştırılmak için lojmanlarda iskâna
tâbi tutuluyorlarsa aynı şekilde sitelerdeki bu modern gettolaşma da gerek
kendi içinde, gerekse de dışarıya karşı vahim bir yabancılaşmaya yol açıyor.
Adeta toplumun tüm kesimleri lojmanlara yerleştiriliyor. Toplumu birbirinden
ayırmak, kompartımanlara bölmek suretiyle yönetmekten daha iyi toplum
mühendisliği olamaz herhalde.
Hâlbuki bırakın şimdiki gibi nüfus cüzdanında aynı dine
mensup yazan farklı ideoloji mensupları, eskiden geleneksel şehirde ayrı dinden
insanlar iç içe, barış içinde yaşıyorlardı. Şimdi ise görünüşte aynı kimliği
paylaşan site sakinleri arasında bile getto mantığına uygun bir paylaşım,
dayanışma kültürünün oluştuğunu söylemek zor. Buralarda da yıllarca oturduğu
kapı komşusunu tanımadan evini adeta sadece yatmak için, pansiyon olarak
kullanan, kravatlı, jipli Müslüman kentsoylu yuppilerin (genç profesyoneller)
sayısı hızla artıyor.
Yetkililer, ancak birtakım siyasî tercihlerin dışa
vurmasıyla bu patolojiyi fark etmeye başladılar. Örneğin 12 Eylül 2010’da
yapılan anayasa değişikliği referandumunda, güvenlikli sitelerde oturan kitlede
% 75 gibi yüksek bir oranda hayır oyu çıkması, iktidar partisini alarma
geçirdi. Parti yetkilileri, bu sonucu, özellikle İstanbul'da Alevi, göçmen,
genç ve özel güvenlikli sitelerde oturan seçmene ulaşamadıkları şeklinde
yorumladılar.
Bu bakış, meselenin bir siyasî iletişim probleminin ötesinde
çok daha derinlerde yatan bir yabancılaşma meselesi olduğunu idrakten aczi
gösteriyor. Burada mesele, AKP’li olmayan seçmeni etkilemenin ötesinde asıl
kendisini Müslüman olarak tanımlayan kesimlerdeki benzer dönüşümü görmektir.
Benzer şekilde burjuva gibi yaşayanların burjuva gibi düşündükleri gerçeğinden
gafil görünen modern dindarlar, şehri yıkıp “Kent dindarlığı sivildir” diye
kendilerini avutmaya başladılar. Bu tezle birbirlerine bağlı iki varsayım ifade
edilmiş oluyor: Kentin dindarlaşmayı arttırdığı ile kentin devlete karşı
konumlandığı varsayımları (Bergen 2011) ki ikisi de birer yanılgıdan ibarettir.
Sanılıyor ki kent geliştikçe dindarlık gelişecek, sanılıyor
ki kent geliştikçe devlet küçülerek birey için bağımsız, özerk alanlar
açılacak. Öncelikle belirtilmesi gereken, bunların hepsinin, vücut bulduğu,
anlam kazandığı Batılı dünyadan alındığı için burada boşlukta kalan kavramlar
ve önermeler olduğudur. Bunu anlamak için “Hangi kent, hangi devlet, hangi din,
hangi birey, hangi özerklik” sorularını sormak gerekiyor. Batıdaki
sekülerleşme, zamanla çatışmadan ister istemez yeni bir düzen durumuna
geçildiği bir modus vivendi (hayat tarzı) olarak tanımlanabilir. Bu süreçte
iktidar oyununun kuralları belirlenmiş, politik ve ekonomik iktidar sferleri ve
ajanları ve bunların meşruiyet kaynakları arasında bir denge ve uyum
kurulmuştur. Türkiye’deki durum ise özetle şöyle ifade edilebilir: Böyle bir
kentin geliştirdiği seküler dindarlık, zaten devlete (sisteme) bir tehdit
teşkil etmez; Müslümanların asıl kaygılanmaları gereken kendi kimlikleri ve
bunun kaynağı dinleridir. Müslümanlar, sahici dinî kimliklerinin artık siyasete
tercüme edilme ihtimali de kalmayacak şekilde umarsızca aşındığı gerçeğini göz
ardı ediyorlar. Bunu biraz daha açarsak, Müslüman kimliklerin aşınmasına yol
açan birbirine bağlı üç gelişme sayabiliriz:
Bir, Müslümanların güya devlete karşı sivil bir güç kazanmak
için burjuvalaşma sürecine girmesi, tasavvufî tabirle mülkiyete eğilimli ehl-i
dünya haline gelmesi,
İki, sinsi bir kentsel mühendislikten kaynaklanan
modernleşmenin getirdiği ahlakî yozlaşma,
Üç, bu iki gelişmenin Müslüman kentsoyluların “Uslu
durmazsanız her şeyinizi elinizden alırız” şeklindeki bir psikolojik harpten
etkilenmelerini kolaylaştırmasıdır.
1980’li yıllardan itibaren Müslümanlar, kimliklerini inkârda
direnen devlete karşı güya sivil-ekonomik güç kazanma arayışına girdiler. Bu
eğilim, birtakım söylemlerle tevil edilecek hayat tarzına da ister istemez
yansıyacaktı. Müslüman cemaatte kadın veya erkek, jipe binme veya lüks
otellerde tatil örneklerinde olduğu gibi, lükse yönelik tüketim durumlarında
gözetilecek israfın ölçütü hararetle tartışıldı. Lükse yönelik bu hayat tarzı,
“çağımız, artık bir lokma, bir hırka çağı değil, Müslümanlık, garibanlık demek
değildir, Müslüman izzeti bunu gerektirir, Müslüman, kuvvetli olmalıdır, her
şeyin iyisine layıktır” gibi ucuz gerekçelerle tevil edilmeye çalışıldı. Ancak
bu “sonradan görme” şeklindeki maddileşme eğiliminin, iki ucu keskin bir kılıç
gibi ontik kulluk hürriyetlerini riske atabileceği unutuldu. Zira Müslümanların
yaşadıkları kentsel ortam, bu maddileşme eğilimini dengeleyecek bir manevî
gelişme, bilinçlenme imkânı tanımıyordu.
Bu durumda bir insan ne kadar çok şeye sahip olursa o kadar
onu kaybetme korkusuna düşecekti. 28 Şubat darbesinden en çok ürkenlerin, en
çok kaybedecek şeye sahip varlıklı Müslüman kesimler olması, bu açıdan tesadüf
değildi. Tasavvuftaki “el-fakîru lâ yemlikü ve lâ yümlekü” vecizesi, tersinden
bu gerçeği ifade eder; yani sadece Allah’a fakîr (muhtaç) olarak insanlardan
ganî (gayr-i muhtaç) hale gelen derviş, ne kendisi maddî bir şeye malik olma,
mülkiyet, ne de kendisine malik olunma, esaret endişesi duyan, hakiki ontik
hürriyete kavuşmuş kişidir. Gene bu bağlamda “Allah’tan hakikaten korkan
kimseden korkmaz, O’ndan hakikaten korkmayan ise herkesten korkar” şeklinde
açıklanabilecek “Hikmetin başı, Allah korkusudur” vecizesi hatırlanabilir.
Bu iki gelişme, Müslüman kentsoyluların “Uslu durmazsanız
her şeyinizi elinizden alırız” şeklindeki bir psikolojik harpten
etkilenmelerini kolaylaştırmış, onları neredeyse gölgelerinden korkar hale
getirmiştir. Manevî kayıtlardan yoksun maddi bir güç arayışı, sistemi tehdit
etmekten kesilirse kendisine döner, bumerang gibi dönerek kendisini vurur. 28
Şubat’ın psikolojik harbinin özellikle devletle hizmet alan/veren ilişkisi
içinde olan kesimlerde ciddi bir psikolojik etki yarattığı görülmektedir. Hem
de başbakanın memleketinde il müdürlüğü yetkililerinin ışıkları karartarak
namaz kılmaları, İstanbul’da il müdürlüğü yetkililerinin neredeyse tamamı
başörtülü eşleriyle katıldıkları bir toplantıda içki servisi yapılması, iktidar
partisinden bir belediye başkanının daha önce belediye tarafından imar planında
cami için ayrılmış yere alışveriş merkezi yapmayı tercih etmesi, buna örnekler
olarak verilebilir. Bunlara “gölgesinden korkma”dan başka ne denebilir?
Bugün Historia gibi muhafazakâr belediye ve kuruluşların
yaptıkları lüks binalar, her türlü ihtiyacı en iyi karşılayacak şekilde
tasarlanmıştır, ibadet hariç; buralarda arayanlar sormadan genelde tesisat
borularını izleyerek camiyi bulabilir ve korkunç bir gürültü eşliğinde huşû ile
namazlarını kılabilirler! Keza Konya örneğinde görüldüğü gibi, muhafazakâr
işadamlarına akla ziyan bir konforun sunulduğu lüks sitelerde alışveriş
merkezi, havuz, sinema, fitnes salonu vs. her türlü ihtiyaca giderecek mekân
bulunurken, geleneksel şehirlerde külliyelerin mihverini oluşturan cami yerine
apartmanların bodrum katları mescit olarak kullanılmaktadır (Yakışan 2008: 88;
ayrıca, Kurt 2009). Bir cami inşası fikri gündeme geldiğinde bu yapıların
mantığındaki derin çelişkiler günyüzüne çıkacaktır. Allah’ın bütün evleri gibi
ezanla herkesin davet edildiği normal bir camiye site sâkinleri dışındakiler
girmek istediklerinde ne olacaktır? Bu, ancak “Müslüman şehrinde Müslüman
getto” olarak tanımlanabilecek bir garabet örneğidir.
İnternette bu siteler için yapılan yorumlardan biri şöyle:
“Öyle İtalyan musluğundan akan su ile abdest alıp, Acem seccadesinde namaz
kılmakla imanın güçlü olmaz.” Evet, kent dindarlığının sivilliğinden anlaşılan
bu herhalde. Hatırlanmalıdır ki bu tür yerleşim birimleri için kullanılan ve
lâfzen şehir anlamına gelen site (city), küçük, rafine bir şehir demektir. Bu
şekilde kendi yetki alanlarında mihversiz, camisiz şehirler inşa eden
Müslümanlar, acaba dünyaya hangi İslâm devleti, İslâm medeniyeti projelerini
savunacaklar? Unutulmamalıdır ki medeniyet, medine, o da dinden kaynaklanır.
Sekülerleşmenin Seviyeleri
Son din olarak İslâm’ın Yahudilik ile Hıristiyanlığın başına
gelen türden bir gelişmeye karşı ilahî koruma altına alınmış olması,
Müslümanları daha sinsi sekülerleşme şekillerine karşı gaflet ve rehavete sevk
etmiştir. İslâm’da sekülerleşme, Yahudilik-Hıristiyanlık örneğinde olduğu
normatif düzeyde bizzat dinle ilgili değil, deskriptif düzeyde tedeyyün denen
dindarlıkla, dini algılama ve yaşama tarzıyla ilgili bir gelişmedir. Bu
bakımdan başlığımızdaki “İslâm’ın kaybı”ndan kasıt, bir din olarak İslâm’ın
objektif değil, Müslümanlar tarafından sübjektif kaybıdır; aşınmaya uğrayan,
bizzat din değil, tedeyyündür. İslâm, tüm saffet ve asliyetiyle varlığını
sürdürürken İslâmiyet, kentleşmeyle birlikte hızla aşınmaya uğramaktadır.
Dediğimiz gibi “kent dindarlığı”ndaki dindarlıktan kasıt ta nötür, deskriptif
anlamda herhangi bir şekilde dini yaşama tarzıdır.
Bu tespit, İslâm’da tedeyyünle ilişkilendirilen
sekülerleşmenin tek bir örüntüsü olduğu anlamına gelmez. Modern kentteki
tedeyyüne bağlı sekülerleşmenin, Webergil sosyolojik terimlerle “meşrulaştırma
ve aklileştirme” olarak başlıca iki örüntüsü ayırt edilebilir. Meşrulaştırma,
kısaca “inanca uygun yaşama çabası” olarak tanımlanabilir. Bu anlamda
sekülerleşme, tüm saffet ve asliyetiyle varlığını sürdüren sahici ve ebedî bir
hayat nizamı olarak atıf yapılan İslâm ile uyumsuz bir yaşayışın zuhurunun
kabulü demektir. Bunun kabulü, İslâm ile câri dinî pratik arasındaki
uyumsuzluğu sorgulama, bunu gidererek yeniden-meşrulaştırma çabasını
getirecektir. Bu anlamda sekülerleşmeden kasıt, asıl sekülerleşmenin getirdiği
yozlaşmaya, kimlik aşınmasına karşı direnmedir.
İdeal ile reel, inanç ile amel arasındaki bir uyumsuzluktan
kaynaklanan meşruiyet krizine insan şuurunun uzun süre dayanması zordur.
Gittikçe hızlanan bir kentselleşme ve modernleşme sürecinde İslâm’ı yaşama,
amelini inancına uydurma çabası, ateşten gömlek giymektir. Bu tür bir yeniden
meşrulaştırma arayışının istenen ölçüde başarıya ulaşamaması, Batı’da olduğu
gibi yavaş yavaş arayışın yönünü tersine çevirir. Bu noktada “inandıkları gibi
yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar” sözüyle ifade edilen sekülerleşmenin
normatife yakın asıl örüntüsünü oluşturan aklileştirme başlar. Dinin
algılanması ve uygulanması, yavaş yavaş realiteye göre değişir. Burada asıl iş,
Müslümanların tedeyyünlerinin sekülerleşmeye bitişik aklileşmeye kayma
derecelerinin tespitidir.
Bugüne kadar din açısından yozlaşma anlamına gelen bu tür
sekülerleşme süreçleri, çoğunlukla “modern hayat, modern dünya” gibi soyut
ortamlara atıfla ele alınmıştır. Bu, insanın ayaklarını yerden kesen,
zamansallığın uzaysal bilinci bastırmasına yol açan modernliğin kısır
döngüsündeki bir bilim anlayışını yansıtır. Hâlbuki “ed-dînü fi’l-medîn” (din,
şehirdedir) sözünün de anlattığı gibi dine bağlı bütün beşerî deneyimin
gerçekleştiği, insanın varoluşsal bilincinin şekillendiği ve dönüştüğü yer,
şehirdir. Dolayısıyla bu çalışmada niyetimiz, bu süreçleri daha somut bir
çerçevede modern kente atıfla çözümlemektir. Bu yaklaşım, krize yol açan
değişme süreçlerinin daha somut, görgül bir analizi, teşhisi kadar onu aşma,
tedavi yollarını bulma imkânını da arttıracaktır. Biz, “İslâm’ın kaybı” olarak
tanımladığımız kentselleşmeye bağlı sekülerleşmeyi beş mertebede inceleyeceğiz:
Din tasavvurunda modernleşme,
Dinin temel kaynağına ilişkin tasavvurda modernleşme,
Dinin inanç alanında modernleşme,
Dinin formel yapısını oluşturan fıkhî düzlemde modernleşme,
Dinin enformel yapısını oluşturan sünnetin kaybı olarak asıl
modernleşme.
Bu sıralama, dinin kendi hiyerarşisine uygun olarak
yapılmıştır; ancak biz, Türkiye’nin yaşadığı modernleşme sürecinin seyrine göre
sekülerleşmenin bu beş mertebesini sondan başa doğru ele alacağız.
KAYNAKÇA
el-‘Aclûnî,
İsmail b. Muhammed (2006) Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs ‘ammâ İştehere
mine’l-Ahâdîs ‘alâ Elsineti’n-Nâs, I–II. Abdülhamid Hindâvî (ed.), Beyrût:
el-Mektebetü’l-‘Asriyye.
Altan, Mehmet
(2010) Kent Dindarlığı. İstanbul: Timaş.
Aşık, Hüseyin
(1985) Küfür Sözler=Elfaz-ı Küfür: İslam Kanunundan Seçilmiş Meseleler.
İstanbul: İlim.
Bergen, Lütfi
(2011) “Erdemli Şehrin Belası,”
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4348
Bozdoğan,
Sibel-Kasaba, Reşat (eds.) (1997) Rethinking Modernity and National Identity in
Turkey. Seattle: University of Washington Press.
Çelik,
Celaleddin (2002) Şehirleşme ve Din. Konya: Çizgi.
Çelik, Zeynep
(1993) The Remaking of Istanbul: Portrait of an Ottoman City in the Nineteenth
Century. Berkeley: University of California Press.
Çınar, Alev
(2005) Modernity, Islam, and Secularism in Turkey: Bodies, Places, and Time.
Minneapolis: University of Minnesota Press.
—— (2008)
“Subversion and Subjugation in the Public Sphere: Secularism and the Islamic
Headscarf,” Signs: Journal of Women in Culture and Society 33/4: 891-913.
Doğan, İsmail
(2003) “Korumacılığın Geleneksel Kent Kültüründen Çıkarması Gereken Dersler,”
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi 35/1-2: 15-23.
Düzbakar,
Ömer, (2003) “Osmanlı Döneminde Mahalle ve İşlevleri,” Uludağ Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, V/5, Bursa /2: 97-108.
Eygi, Mehmed
Şevket (2003) Çareler Çözümler Teklifler Tenkitler. İstanbul: Bedir.
Gencer, Bedri
(2008) İslam’da Modernleşme, 1839-1939. Ankara: Lotus.
—— (2009)
“Hâl ve Muhâl: Sekülerlikten Sekülerizme,” EskiYeni, 13, (Bahar) 14-21.
—— (2010)
“Seküler Gelenekten Seküleristik Geleneğe,” Rıhle, 3/10 (Temmuz-Eylül) 21-28.
Göle, Nilüfer
(1991) Modern Mahrem. İstanbul: Metis.
—— (yay.)
(2000) İslamın Yeni Kamusal Yüzleri.
İstanbul: Metis.
el-Isfahânî,
Ebu Nuaym Ahmed b. ‘Abdillâh (1988) Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Esfiyâ, I-X.
Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
İbni Kemal,
Ahmed Şemseddin (1890) er-Risâletü’l-Münîre. İstanbul: Matbaa-i Cemâl.
Kaplan, Sefa
(2008) “Köylü İslam’ı, Menderes ve Demirel Kente Taşıdı,” Hürriyet 15 Aralık
2008.
Karakaş,
Berrin (2011) “Evleri Ayırdık!” Radikal, 28 Kasım 2011.
Karaman,
Ramazan (2000) Sanayileşmenin Dine Etkisi (Mersin Örneği). Konya: Akın Ofset.
Kostof, Spiro
(1999) The City Shaped: Urban Patterns and Meanings Through History. New York:
Thames & Hudson.
Kurt,
Abdurrahman (2009) İşadamlarında Dindarlık ve Dünyevileşme. Bursa: Emin.
Mendi, Rıza
(2010) “Konya’nın Âlim ve Hocaları,” http://www.konyacami.com/?p=407
Meriç, Nevin
(2005) Değişen Kentte Dinî Hayat. İstanbul: Kapı.
Özcan, Mevlüt
(t.y.) Sorumsuzca Söylenen Sözler, I-IV. İstanbul: Sabır.
Paksu Mehmed
(2006) İnsanı Uçuruma Götüren Sözler. İstanbul: Nesil.
Rotary (yay.)
(1996) İstanbul İnançların Buluştuğu Kent; Birlikte ve Yanyana. İstanbul:
Karaköy Rotary Kulübü.
Smith,
Wilfred Cantwell (1991) The Meaning and End of Religion. Minneapolis: Fortress.
—— (1998) Faith and Belief: The Difference
between Them. Oxford: Oneworld.
et-Tahtâvî,
Alî Ahmed ‘Abdü’l-‘Âl (2004) el-Lıhye fî Zav’i’l-Kitâbi ve’s-Sünneti. Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
Uz, Mehmet
Ali (2009) Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ve Ailesi. Konya: Selçuklu Belediyesi.
Varlı,
Mustafa (2008) Bidat, Hurafe ve Batıl İnançlar. İstanbul: Ensar.
Yakışan,
Duygu (2008) Postmodern Planlamanın Bir Yansıması Olarak Kapılı–Güvenlikli
Siteler ve Konya Örneğinde Bir Araştırma (Konya: Selçuk Üniversitesi Yüksek
Lisans Tezi).
MAKALE Kent Dindarlığında İslâm’ın Kaybı II-II
Kent Dindarlığında Sünnetin Kaybı
Sekülerleşmenin bu beş mertebesini anlamak için dinin
yapısına bakmak gerekir. Bu dünyaya bakan yüzüyle din kavramı, “şeriat, ibadet,
âdet” olarak üç temel anlama sahiptir. Kabaca şeriat, dinin teorisi, ibadet ve
âdet ise pratiği sayılabilir. Mutlak olarak dinin yaşanmasına, şeriatın ibadet
ve âdet bakımından uygulanmasına ise “tedeyyün=dindarlık” denir. “Mutlak olarak”
kaydı, tedeyyünün yeryüzündeki her türlü inanış, tapınış ve yaşayışı
kapsadığına delalet eder. Ancak özellikle semavî dinlerde beşerî kurtuluş,
dinin bir tarza göre yaşanmasını gerektirir. Dini tebliğ eden Hz. Peygamber
tarafından gösterilen bu tarza “sahici gelenek” anlamında sünnet=edeb denir.
Edeb, bu güzel yaşayış tarzının isimsiz, sünnet ise nebevî, isimli türüdür.
İnsanın 24 saatlik tüm hayatını kapsayan ibadet ve âdet boyutunda dinin insanın
fıtratına uygun (hijyenik-estetik) şekilde yaşanması tarzı sünnet, bunun zıddı
ise bid’at=modernlik adını alır.
Dinin insan deneyimine ilişkin iki temel boyutu ibadet ve
âdete göre sünnet de iki kısma ayrılır. Birincisi, Hanefi fukahasına göre
İslam’ın şiarı sayılan bayram namazı, cemaatle namaz, ezan ve kâmet gibi
ibadetlere taalluk eden, dolayısıyla uyulması hidayet, terki dalalete vesile
olan, sünnet-i müekkede de denen “sünnet-i hüdâ”dır. İkincisi, adetlere ilişkin
olarak uyulması güzel, terki mübah olan, sünnet-i gayr-i müekkede de denen
“sünnet-i zevâid”dir. Burada sünnet-i hüdâ, sünnetin hükmî-normatif, sünnet-i
zevâid ise hüsnî-estetik boyutu olarak düşünülebilir.
Ancak bunun son tahlilde formel bir ayırım olduğu
unutulmamalıdır. İnsanın 24 saatlik tüm hayatını kapsayan ibadet ve âdetin din
sayıldığı göz önüne alındığında, sünnetin hüdâ ile zevâid kısımları arasında
daha az/çok önemli şeklinde bir ayırım yapmanın anlamsızlığı, mükemmel bir
yaşayışa kavuşmak için her ikisine de titizlikle riayetin hayatî önem taşıdığı
anlaşılır. Ülkemizde bu duyarlık, Konya’nın manevî mimarlarından Veyiszade
Mustafa Kurucu (1889-1960) gibi son devir âlimlerine kadar korunmuştu. Çorap
veya ayakkabı giyme gibi çift organlarla yapılan işlerde sağla başlama
sünnetinin önemini hatırlatan Mustafa Efendi, şu hadis-i şerife atfen hiç bir
sünnetin küçük görülmemesi uyarısında bulunuyordu: “Din kardeşini güler yüzle
karşılamaktan ibaret bile olsa hiç bir iyiliği küçümseme” (Uz 2009: 75).
Kaldı ki sünnetin hükmî boyutu olarak sünnet-i hüdânın zaten
şeriatın beşerî realiteye tercümesi anlamına gelen fıkhın belkemiğini
oluşturduğu, pozitif hukuk olarak fıkha dönüştüğü göz önüne alındığında
sünnet-i zevâidin asıl sünnet olarak geriye kaldığı görülür. Nitekim tarih
boyunca neyin sünnet=gelenek, neyin bid’at=modernlik olduğuyla ilgili tartışmalar
da zaten daha çok sünnetin bu hüsnî boyutu etrafında cereyan etmiştir.
Özellikle modernleşmenin hızlandığı dönemlerde bu tür sorgulamanın arttığı
görülür. Önemli olan, buna mahal bırakmayacak şekilde sünneti göstererek
cemaatin ahlakî eğitimini sağlayan kurumların sürekliliğidir.
Sünnet veya edeb denen bu ahlak eğitimini çocuk ailesinden,
ailenin reisi baba ise tarikatların mekânı tekkeden alır. Şu halde sünnet
sayesinde topluluğun ahlakî eğitimini sağlayan ana kurum tarikatlardı; Arapça
“et-turuku küllühâ âdâbün” (tarikatların hepsi edeblerdir) sözünün de anlattığı
gibi. Yani günümüzde zannedildiği gibi tekkeler, “manen uçma mekânı” değildir.
Tekkelerin zikir kadar önemli ikinci ana işlevi olan sohbet, bu sünneti
öğretmenin, ahlakî eğitimin aracıdır. Bu itibarla tekkelerden mahrum kalan bir
toplum, ana ahlakî eğitim kanalını da kaybetmiş demektir. Mehmet Altan’ın
Türkiye’de kent dindarlığına bağlı olarak kültürün kaybını Cumhuriyet
inkılâplarıyla tekke ve zaviyelerin kapatılmasına bağlaması, bu itibarla malumu
ilam kabilinden bir tespittir.
Objektif olarak bakıldığında bunun bir sebep mi, sonuç mu
olduğu da sorulabilir. Osmanlı’nın son döneminde her cephede yaşanan çözülmenin
etkisiyle tekkeler zaten iyice yozlaşarak fiilen kapanma noktasına gelmişti;
bir anlamda inkılâpçılar sadece bu sürece bir nokta koymuştu. İnkılâpçı kadro,
bunların kapatılmasıyla toplumun düşeceği vahim boşluğu kestirdiği için telafi
yollarını da düşündü. Halkevleri, tekkelerin popüler ahlakî eğitim işlevini
telafi etme, onların boşluğunu doldurma beklentisiyle devreye sokulduysa da
tutmadı. Zira tekkeler, loca, cemevi veya halkevi şeklinde adlar alan toplanma,
sohbet mekânlarından ibaret değildi. Bunlar, dinin maddî ve manevî sferlerini
birbirine bağlayan tarikat denen köklü geleneklere dayanıyorlardı.
Tekkeler kapatılsa da hem toplumun temel köylü ve şehirli
karakterini nisbeten koruması, hem de Osmanlı bakiyesi âlim ve şeyhlerin
1970’li yıllara kadar yaşamaları sayesinde sünnete bağlı İslâmî yaşayış az-çok
sürdürüldü. 27 Mayıs darbesinin yapıldığı 1960, aynı zamanda Türkiye’de
modernleşme sürecinin de miladı sayılabilirdi. Modernleşme sürecinin, diğer
süreçleri de etkileyen asıl dinamiği sanayileşmedir. 1960'lı yıllarda başlayan
sanayileşme ile kırdan kente göç hızlanmış ve kırsal yapının çözülmesine
paralel olarak hızlanan kentleşme gibi toplumsal gelişmeler, Türkiye’nin
toplumsal gelişim dinamiğini derinden etkilemiştir. ‘60’lı yıllardaki bu
modernleşme süreci, sanayileşme ve kentselleşme süreçlerine eşlik eden radyo ve
televizyon gibi iletişim araçlarının gelişimiyle katmerlenmiştir.
İlginçtir ki bir bakıma bu sürecin yan etkisi olarak hem
maddî, çevresel, hem manevî ahlakî kirlenme alametleri birlikte belirmiştir.
Türkiye’de hava kirliliği ile ilgili problemler, somut olarak 1960’lı yıllarda
başlamıştır. Ve modernleşmenin etkisiyle toplumda bid’atlerin belirdiği,
sünnetten uzaklaşmanın başladığı eleştirisine dayalı ilk çalışmalar, bu süreçte
çıkmıştır. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Her kim bir kavme benzerse
ondandır” hadisiyle bid’at denen modernleşmenin temel ölçütünü vermişti
(‘Aclûnî 2006: IX/6). Türkiye’de Müslümanların ilk modernleşme sürecine girdiği
1970’li yıllarda Mustafa Uysal (İslam’a Sokulan Bid’at ve Hurafeler) ile Ali
Rıza Demircan (İslam’da Batıla Benzemenin Hükmü) gibi yazarların bid’atleri ele
alan eserleri, Müslüman cemaatte sünnete aykırı hayat tarzına karşı bir İslamî
şuurun varlığını gösteriyordu. Ancak 1980, 1990 ve 2000’li yıllarda Mustafa
Varlı’nınki (2008) gibi istisnalar dışında yeni bid’atleri ele alan eserlerin
yerini fetva eserlerinin alması, İslamî yaşayışın âdâbını tehdit eden
modernleşmeye karşı İslamî bilincin azaldığını gösteriyordu. Bir zamanlar
ibadette kullanılan tesbihin bid’at olup olmadığı tartışılırken şimdi
zikir-matikler çıkmış ve artık bu tür bid’at sorgulamaları, fantezik sayılır
olmuştu.
Bid’atlerle mücadeleden daha önemli asıl iş, halka doğrusunu
göstermek, medenî altyapısını hazırladıktan sonra sünnete uygun yaşama şuurunu
kazandırmaktı. Bu süreçte sünnete uygun, sağlıklı bir hayat tarzını öğretmek
üzere Yakub b. Seyyid Ali’ye ait Mefâtîhu'l-Cinân Şerhu Şir’ati’l-İslâm ve daha
yakınlarda yaşayan Sufi-zâde Seyyid Hulusî’ye ait Mecma’u’l-Âdâb gibi klasik
edeb kitapları tercüme edilerek halkın yararına sunuldu. Ancak sünnet eğitimi,
kitaplardan ziyade fiilî etkileşimle gerçekleşen bir şeydi. İnsanlar, güzel
koku sürünmenin tarzı gibi sünnetlerin, edeplerin, ancak yaşanarak
aktarılagelen inceliklerini kitaplardan öğrenemezdi; hele bunun altyapısından
yoksun bir şehirde.
Geleneksel dünyada şehirler, sünnete uygun, sağlıklı bir
hayat tarzına göre inşa ediliyorlar, insanlar, zaten böyle sağlıklı bir
altyapıya sahip bir şehirde yaşadıkları için kendiliğinden kolektif bir şekilde
sünnete uyuyor, bid’ate düşme ihtimalleri azalıyordu. Buna basit bir örnek
olarak eskiden camilerdeki şadırvanların tuvaletten en uzak kırk adım uzakta
yapılmasındaki inceliği verebiliriz. İnsanlar, abdestin ve dolayısıyla onunla
yapılan bütün ibadetlerin sıhhat şartı olan istibrayı bilmeseler bile bu
plandan dolayı kendiliğinden buna riayet ediyorlardı. Bugünse ne istibrayı
bildiği, ne de buna uygun düzenlenen camilerde abdest aldığı için belki de ömür
boyu abdestsiz namaz kılan nice insan vardı. Sadece camilerde değil, külliyenin
birçok biriminde görülen, lâfzen “nefisle yapılan harp yeri” anlamına gelen
mihrab ile insanlar sürekli bir nefisle mücadele, ahlakî arınma şuuru
kazanıyor, nereye baksalar Allah’ı, onun kudret ve hikmetinin tecellisini
görerek fizik ile metafiziğin birbirlerine bağlandığı bir şuura
erişebiliyorlardı.
Oysa şimdi bu şuurdan yoksun modern mimarinin ürünü evlerde,
apartmanlarda bu incelikler bir tarafa, tuvaletlerin kıbleye karşı olup
olmadığına bile dikkat edilmediğinden insanlar bir kasvet içinde yaşamaya
mahkûm oldu. Böylece fıtrî, sağlıklı bir altyapıdan yoksun kent hayatının
sınırlandırmaları, sünnet konusundaki cehaleti besler olmuştur. Örneğin sünnete
göre, ameliyatla çıkan küçücük de olsa bir et parçası, tırnak ve saç gibi
vücuttan çıkan her parçanın gömülmesi gerekir. Ancak bugün bunu bilen kaç kişi
kaldığı bir tarafa, bilenlerin de betonlarla kaplanmış kentte buna nasıl imkân
bulacağı ayrı bir konu.
Sünnet, başlıca insan gerçekliğinin iki boyutunu kapsar:
İnsanın tipiyle ilgili suret ve yaşayışıyla ilgili siret. Kentselleşme
sürecinde siret bakımından sünnetlerin kaybına basit bir örnek olarak yerde
yeme alışkanlığının kaybolması verilebilirdi. Geleneksel olarak Anadolu’da
bütün aileler yerde yerdi. Ancak büyük kentlere göçtükten sonra herkes masalara
terfi etti. Bugün yer sofrasında yemenin hikmetini düşünen, bu tür sünnetleri
ihyanın önemini bilen pek kalmadı.
Sünnet/bid’at zıtlığı, gittikçe karmaşıklaşan hayatın diğer
alanlarında yerde/masada yeme örneğinde olduğu kadar net görülebilir değildi.
Kentselleşme sürecinde hızlanan İslâmî kimliğin aşınmasına karşı samimi
Müslümanlar gittikçe karmaşıklaşan hayatlarını sünnete nasıl uyduracaklarını
bilemiyorlar, bu konuda ölçüt bulma krizi yaşıyorlardı. Amellerin hükmî boyutu,
belki kitaplardan okuyarak, müftülerden sorarak öğrenilebilirse de estetik,
edebî boyutu, ancak ehlinden görerek öğrenilebilirdi. Müslüman bir ülke,
İslam’ın nasıl yaşanacağının, edebin ana okulu olan tekkelerin kapatılmasıyla
edebi öğreneceği ortamlardan, rehberlerden mahrum kalmış, böylece M. Şevket
Eygi (2003, Kaplan 2008) gibi Müslüman aydınların eleştirdiği gibi ideolojik
mücadelelerin kısır döngüsünde her şeyin ölçütünü, zevkini, edebini kaybetmiş
bir ülke haline gelmişti. Özellikle köyden keşmekeş mekânı büyük şehirlere göç
eden “a’rafta” Müslümanlarda bu ölçüt krizini görmek mümkündü. Şehirleşen
Müslümanlar, köy adetlerinin de kaybolmasıyla şehirde sünnete, İslamî âdâba
uygun bir düğün tarzı bulamamaktan çekiyorlardı.
Kentselleşme sürecinde suret bakımından sünnetin kaybından
söz açıldığında ilk akla gelen, Müslüman kadınların tipindeki değişme olmaktadır;
çünkü kadın, geleneksel kanaate göre yabancılardan saklanan mahrem bir
varlıktır. Sekülerleşme, profanlaşma, mahremiyetin kaybı olarak görüldüğünde
Müslüman kadının tipindeki değişme de sekülerleşmenin en somut göstergesi
olarak alınacaktır. Modernleşme sürecindeki Türkiye’de artan şehirleşme ve
hizmet sektörlerinde profesyonelleşmeye paralel olarak Müslüman kadınlar,
“haremlikten selamlığa” çıkarak kamusal alanlarda, sadece müşteri değil, aynı
zamanda görevli olarak hastane, üniversite, medya, hatta parlamento gibi resmî
kamusal alanlarda boy göstermeye başlamıştır (Çınar 2005, 2008). Bu durum,
Nilüfer Göle’nin (1991) revaç kazandırdığı “mahremiyetini kaybetmiş mahrem”
türünden totolojik “modern mahrem” deyimiyle özetlenmiştir.
Mahrem deyince modern kent hayatından en çok etkilenen
sünnetlerden birinin mahremiyet algısına bağlı kadın-erkek ilişkilerindeki edep
olduğu hatırlanmalıdır. Nilüfer Göle’den şifahen rivayet edilen bir anekdot, bu
konuda Müslüman kitlede yaşanan değişim hakkında fikir vermeye yeterdir. Göle,
‘90’lı yıllarda kendisini konuşmaya davet eden bir İslâmî vakıfta önce kadın ve
erkeklere tamamıyla ayrı mekânlarda hitap ettiğini belirtir. Göle, aynı vakfa
birkaç yıl sonra davet edildiğinde ise bu kez kadın ve erkeklerin ayrı oturdukları
ortak bir salonda topluluğa hitap eder. Belli bir süre sonra aynı vakfa üçüncü
gidişinde ise bu kez kadın ve erkek dinleyicilerin tamamen karışık oturduğu bir
salonla karşılaşır. Burada dikkat çekilmesi gereken temel nokta, bu değişimin,
28 Şubat gibi birtakım dış saiklerle değil, tamamıyla “sivil” bir şekilde
gerçekleştiğidir.
Suret değişimi konusunda ilginin kadınlara odaklanması,
Türkiye’de özellikle ‘80-sonrası modernleşme sürecinde Müslüman erkeklerin
tipinde yaşanan değişimin göz ardı edilmesine yol açmıştır. Örneğin sakal ve
bilahare bıyığın gittikçe azalması, kot pantolon ve kravatın yaygınlaşması,
hatta küpeli Müslüman erkeklerin zuhuru, tahrimen mekruh olduğu halde ilahiyat
profesörlerinin bile başı açık namaz kılar hale gelmesi, bu değişime örnek
verilebilir. Türkiye’de öteden beri Müslüman erkek için sünnet olarak sakal
bırakmanın önemine ilişkin tartışmalar yaşanmıştı. Ancak sakal bırakmanın
sünnet olduğu çok kişi tarafından bilindiği halde İslam’da neredeyse fukahanın
ittifakıyla sakalı kökten kesmenin haram olduğu pek bilinmiyordu (Tahtâvî
2004). Modern Türkiye’de Müslüman yuppiler için sakal, belki ileride hacca
gittikten sonra düşünülebilecek oldukça “lüks” bir sünnetti artık. Mazeretsiz
sakal kesmenin haramlığını öğrenme ise onları bir yol ayırımına getiren bir şok
etkisi yapacaktı. Çok daha vahimi Türkiye’de memurlar için geçerli sakal
bırakma yasağından muaf tutuldukları halde din görevlilerinin çoğunun harama
düşme pahasına “sinekkaydı” traşı tercih etmesi, Müslüman erkekler cephesinden
sünnetten uzaklaşmanın, modernleşmenin boyutları hakkında çarpıcı bir fikir
vermektedir.
Hayatı Edeben Değil Şeklen İslâmîleştirme Yanılgısı
1970’ler, Türkiye’de Müslümanların ilk modernleşme sürecine
girdiği yıllardı. Bu düşük yoğunluklu kentselleşme=modernleşme süreci,
bid’atleri ele alan eserlerin gösterdiği gibi, sünnet denen dinin estetik
yaşayış boyutunun aşınması karşısında endişeye yol açmıştı. Ancak modernleşme
süreci ilerledikçe bunu yerini hükmen, şeklen İslâm’a uyma endişesi alacak, ‘80’lerde
başlayan bu yüksek yoğunluklu kentselleşme=modernleşme süreci, “fıkıhçı
modernleşme” denebilecek bir eğilime yol açacaktı. Bu, aslında Osmanlı mirası
bir emperyal-bürokratik tutumdu. Osmanlı’da geleneksel olarak meşru yenilik
sayılan bid’at-ı hasenenin kabulü, icmâ-yı ümmet denen şeyhülislam
liderliğindeki zamanın âlimlerinin oybirliğine bağlıydı. Ancak bu istiftâ=fetva
alma, önceden bid’at izni almak için değil, sonradan pragmatik bir tutumla
oldu-bitti şeklinde yapılan yeniliği şer’an onaylatmak, geçmişe bağlamak
suretiyle meşrulaştırmak içindi. Yani kalemiye tarafından pragmatik bir şekilde
hükümetin hikmetince alınan kararlar daha sonra ulema tarafından aposteriorik
bir şekilde “kitabına uydurularak” meşrulaştırılmak zorundaydı (Gencer 2008:
179).
Türkiye’de 1980’li yıllarda artan modernleşme sürecinde
açıkça İslam’a aykırı düşmekten korkan Müslüman fertler ise pragmatik Osmanlı
bürokrasisi gibi aposteriorik değil, apriorik olarak modern hayatın dayattığı
bazı amellerin meşruiyetini, “helal, haram, caiz” olup olmadığını öğrenmek için
fetva istiyorlardı. Böylece düşük yoğunluklu modernleşmenin yaşandığı bir
önceki onyılda görülen bid’at eserlerinin yerini, yüksek yoğunluklu modernleşme
sürecinin yaşandığı bu onyılda Mehmed Emre, Halil Günenç, Hayreddin Karaman,
Yusuf Kerimoğlu, Faruk Beşer gibi ilim adamlarına sorulan fetva eserleri aldı.
Bu, kısaca “biz, dini yaşamanın fazilet=sünnet boyutundan
geçtik, adalet=fıkıh boyutunu gözetelim yeter” zihniyetine geçildiğini
gösteriyordu. Yoğunlaşan modernleşme sürecinde dinî duyarlıkları giderek aşınan
Müslümanlar, artık “hüsnen yerine hükmen İslam’a aykırı düşmeyelim, Hz.
Peygamber’in gösterdiği güzeli yapmak yerine harama düşmeyelim yeter” deme
noktasına gelmişlerdi. Bu tutum, çarpık bir kentselleşme sonucu din
tasavvurunda yaşanan kritik bir değişikliğin ifadesiydi. Veyiszade Mustafa
Kurucu gibi âlimlerin taşıdığı sünnet duyarlığı çok gerilerde kalmıştı.
İslâm=şeriatın yorumu olarak fıkıhta amellerin kemali,
hükmî-fıkhî ile hüsnî-sünnî boyutlarının, şekli ile özünün birleşmesine
bağlıdır. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Müftüler sana fetva verse de
kalbinden (nefsinden) fetva al” diye buyurması bu yüzdendir (‘Aclûnî 2006:
X/109). Geleneksel olarak fetva, formel açıdan bir amelin hükmünü ortaya koyar,
onun kadar önemli olan bir amelin edebini, sünnetini ise şeyh gösterir. Kaldı
ki örneğin ayakta su içmek ile namazda esnemenin mekruh olarak tanımlanması,
amellerin hükmî ile hüsnî boyutlarının birbirlerinden mutlak olarak
ayrılamayacağını açıkça gösterir. Amellerin hükmî ile hüsnî boyutlarının
bağlılığına diğer bir örnek olarak tesettür tarzı verilebilir. 1980-sonrası
süreçte başörtüsü yasağına maruz kalan bir Müslüman kız öğrencinin tahsil
uğruna başını açmasının cevazı konusunda verilecek fetva, işin sadece fıkhî
hükmünü ortaya koyar. Ancak müftünün boyunu aşan daha önemli iş, modernleşme
sürecinde ortaya çıkan bin-bir türlü tesettür tarzının sünnete, İslam’ın ruhuna
uygun olup olmadığının tespitidir.
Bu itibarla fıkıhçı denen, amellerin sadece hükmî-fıkhî boyutunu
gözeterek modernleşme eğilimi, “medine-i münevvere=nurlandırılmış şehir”
esprisini çoktan kaybeden Müslümanlar nezdinde “İslâm medeniyeti, İslâm
devleti, İslâm toplumu” gibi ütopyalara dönüşen ideolojik bir dünyayı
İslâmîleştirme kaygısının sünnîleşme, sünnete=ahlaka uygun estetik yaşama
kaygısının önüne geçtiğini gösteriyordu. Burada dinin formel ve enformel
boyutları olarak fıkıh ile sünnet birbirlerinden ayrılıyor, fıkıh, sünnetin
yerini alıyor, Müslümanlarca fıkıh, doğrudan İslâm, İslâmî yaşayış da fıkıhça
meşrulaştırılan yaşayış olarak algılanıyordu. Böylece sünnet, artık hayatlara
rehberlik işlevini, normativitesini kaybediyor, tabiri caizse menkıbe haline
geliyor, Zekeriya Kandehlevî’ye ait Sahabe Hayatı gibi eserler, “ahlakî masal
kitabı” gibi okunuyordu.
Özünde fıtrata aykırı modern kent hayatını şeklen, fıkhen
İslâmîleştirme yanılgısı, fıkhın sünnette temellendiği gerçeğinden gafletten
kaynaklanıyordu. “Bana bir amelin edebini değil, hükmünü bildir” diyen bir
kentsel Müslümanın yanılgısı namaz-takke örneğinde görülebilir. Erkek
Müslümanlar, bazı fıkıh kitaplarında buldukları “tenzihen mekruh” hükmüne
aldanarak namazda baş örtmeyi tamamıyla ihmal eder hale gelmişlerdi. Hâlbuki
eskiden sadece Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın, erkek Müslümanların
değil, kadını ve erkeğiyle bütün insanların, sadece ibadette değil, 24 saatlik
hayatlarında başlarının kapalı olduğunu, bu bakımdan başı açık namaz kılmanın
tahrimen mekruh olduğunu unutuyorlardı.
Modern kent hayatından kaynaklanan bu ümitsiz fıkıhçı
modernleşme eğiliminin örnekleri arttırılabilir. Günümüz kent ortamında yaşama,
çalışma şartlarının zorlamasından dolayı oruç tutmak yerine para vermenin, hiç
olmazsa hafta sonları oruç yemenin, hanımının oruç tutmasına razı olmayan
kocayla oruçluyken birlikte olmanın hükmünü soranlar, ilginç örnekler olarak
verilebilir. Bu tavırlar, bardağın dolu kısmından bakıldığında insanların
İslâm’a açıkça aykırı düşmekten kaygılandıklarının göstergesi olarak
alınabilirdi. Bardağın boş kısmından bakıldığında ise insanların hayatlarını
dine değil, dini hayatlarına, modern kentsel hayat tarzının beslediği heva ve
heveslerine uydurma eğilimi olarak görülebilirdi. Tabiat, boşluk kaldırmazdı.
İslâm konusundaki kamusal cehalet, insanları iğva ve teşvişlere açık hale getirecekti.
Televizyon ekranlarında doğrudan “Kur’ân’dan ilhamla” kadınların âdet
günlerinde namaz ve oruç gibi ibadetlerini yapabilecekleri ahkâmını kesen,
atıp-tutan ilahiyatçıların teşvişi, popüler cehalete tuz-biber ekecekti (Meriç
2005: 275-80).
Kentsoylulaşma sürecindeki Müslümanların en ağır
imtihanları, parayla olduğu için özellikle vadeli satış farkı, banka kredileri
gibi alışverişle, bankalarla muameleyle ilgili konularda istiftâ artmıştı.
Rivayet edilir ki Veyiszade Mustafa Kurucu, Konya’da talebeleriyle yürürken
bankanın önünden geçmemek için yolunu değiştirirmiş. Bugünse Müslümanlar, değil
önünden geçmemek, banka işlemlerini kanıksar hale gelmiştir. Daha önce ilk
çıktığında kredi kartlarını kullanmanın caiz olup olmadığını soran Müslümanlar
giderek bankalardan taşıt ve konut kredilerini almakta beis görmemeye
başlamışlardır. Bunlar için birtakım fetvalar alınsa da göz ardı edilen,
“Müftüler sana fetva verse de kalbinden fetva al” düsturuydu.
Kent hayatının getirdiği fıkhî düzlemdeki yozlaşmaya anlamlı
bir örnek olarak namazların cem’i verilebilir. Bilindiği gibi Hanefîlik,
şehirlilik, medeniyet bilinci en yüksek mezheptir. Bu, onun amel-i kesir,
namazların cem’i gibi birçok konuda diğer üç mezhepten de ayrılmasında
görülebilir. Bu yapısıyla İslâm, özellikle Hanefî mezhebi, zamanını titizlikle
tanzim etmiş tam bir şehirli Müslüman öngörür. Bunun en somut göstergesi de
erkekler için cemaatle namazın önemine vurgudur. Hanbelîlik, örneğin, camide
cemaatle namazı, bizzat namaz gibi farz sayarken, Hanefî fukahası, beş vakit
cemaati de senede iki defa kılınan bayram namazları gibi “vacibe benzeyen
sünnet-i müekkede” saymıştır. Bunun öneminden dolayı Konya âlimlerinden
Kaplanzâde Osman Efendi (1869-1955) gibi bir âlim, rivayete göre, 85 yıllık
ömrünün 70 yılında sadece iki vakit hariç namazlarını cemaatle kılmıştır (Mendi
2010).
Günümüzde ise bırakın bu cemaatle namaz şuurunu, beş vakit
ayrı namaz kılma bile kent Müslümanlarına ağır gelmeye başlamıştır. Hanefî
Türkiyeli Müslümanların, kent hayatının yoğunluğunun getirdiği zaman
sıkışıklığı bahanesiyle kendi mezheplerinde olmayan, diğer mezhepler tarafından
aslında kırsal hayat tarzına uygun bir ruhsat olarak cevaz verilen namazların
cem’i uygulamasına gitmesi, nereden nereye geldiğimizi gösteren ibret verici bir
örnektir (Meriç 2005: 137). Burada ibret verici çelişki, kentselleşmenin fıtrî
sınırlarını aşınca kırsal hayat tarzına dönüşe yol açmasıdır. Apartmanlardaki,
gökdelenlerdeki, rezidanslardakiler ile dağlardaki insanların bir noktada aynı
yaşayış tarzında buluşması, modern kentsel hayatın yaman çelişkilerine bir
örnektir.
Kentte İmanı Korumak
Kentsel modernleşme sürecinde dinin ilim ile amel boyutları
birbirlerinden ayrıldıkça önce ilimden, yani asıl dinden şüphelenme başlayacak,
bu da bilahare inkâr veya tahrife dönüşecekti. Hz. İsa veya Resul-i Ekrem
‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma atfedilen “Kim bildiğiyle amel ederse Allah ona
bilmediği şeylerin ilmini de aktarır” mealindeki söz, ilmin pratikle birleşerek
hikmete dönüşmesini ifade eder (Isfahânî 1988: X/15). Bu tersinden alındığında
Cenâb-ı Hak, bildikleriyle amel etmeyenlerin de ilmini alır, bildiklerini
unutturur. Kent hayatının getirdiği ilim ve amelin aleyhine işleyen faktörler,
inanç alanında çok çeşitli şüphelere, yanlış inançlara yol açmaktadır (Meriç
2005: 166-80). Eskiden hem köyde, hem şehirde görülen saf kocakarı imanı kent
insanı için çok uzaklarda kalmıştır. Tarih boyunca görülen Allah’ın zâtı ve
takdiri gibi konulardaki şüphecilik, seküler kent hayatının kaderiydi. Daha da
trajik olanı, şüpheciliğin ötesinde “Kader diye bir şey yok. İnsan kendi
kaderini kendisi yaratır” gibi söylemlerle bizzat Allah, Peygamber ve kaderin
inkârına gidenlerle bir arada yaşamak zorunda kalmaktı. Allah’tan başka bir
şeye inanmayan biriyle evliliğin hükmünün ne olduğu sorusunda, modern kentsel
cehaletle beslenen bu trajedi görülebilirdi (Meriç 2005: 168-72).
Kentselleşmeye bağlı sekülerleşmenin inanç alanındaki önemli
bir olumsuz etkisi de, bu tür safça şüphecilik veya açık inkârın ötesinde
geleneksel kelam kitaplarında “elfâz-ı küfür” (küfre götüren sözler) denen
sözlerin sahiplerini küfre düşürmesiydi. Bu konuda hemen hemen her asırda o
çağa özgü küfür sözler hakkında çalışmalar yapılmıştı. Geleneksel tarzda son
olarak Hüseyin Aşık (1985)’ınki gibi bazı çalışmalar görülebilirdi. Modern
kentsel hayatta küfre götüren söylemler ise kılık değiştirmiş, daha sofistike
hale gelmişti. Bunlara örnek olarak “Bu zamanda faiz yasak olur mu?” gibi
ifadeler verilebilirdi. Hatta geleneksel literatürdeki ölçütlere göre ezanı
hafife almak, bir Müslüman’a “dinci, şeriatçı, takunyalı, çember sakallı” demek
bile küfre götürüyordu. Kentsel ortamda insanları rahatsız edici bir gürültüye
yol açtığı iddiasıyla ezana karşı olumsuz tutumları sıkça görmek mümkündü. Bu
konuda daha yeni olarak Mevlüt Özcan (t.y.) ile Mehmed Paksu (2006)’nun
kitapları anılabilirdi.
Kentin Ürettiği Kur’ân Müslümanlığı
Türkiye’de 1990’lı ve 2000’li yıllarda kentselleşmenin
ilerlemesine bağlı olarak dinin temel kaynaklarına ilişkin tasavvurda bir
çarpıklık ortaya çıkmıştır. Bu, hadisin reddini içeren “Kur’ân Müslümanlığı”
söyleminin ortaya çıkmasıdır. Bu söylemin arkasında, İslâm geleneğinde ilhad
denen, peygamberliğin reddini içeren deizme varan bir gizli Protestanlık
vardır. “Kur’ân’a dönüş” gibi görünüşte masum sloganlarla kendisini gösteren bu
eğilim, Katolik Kilise’nin gelenek anlayışına karşı çıkan Protestanlıktan
mülhemdir. Luther’e göre Kilise’nin öğretisi, Kitabı anlaşılır kılacağına
bizzat ona ulaşmaya engel oluşturmuş, onun yerini almıştı. Sola scriptura
(yalnızca Kitap) sloganından hareket eden Luther’in amacı, müminler ile Allah
arasına giren Kilise ve ruhbanın otoritesi yerine doğrudan İncil’in otoritesini
kaim kılmaktı. Çağdaş İslâm dünyasında Cemaleddin Afgânî de ondan esinlenerek
dini öğrenmenin esas kaynağı Sünnetin reddi anlamına gelen “Kur’ân’a dönüş”
eğilimini başlatmıştı (Gencer 2008: 615).
İslâm dünyasının çeşitli yerlerinde, Hindistan’da Seyyid
Ahmed Han örneğinde görüldüğü gibi, bu eğilimin varacağı yer ilhad=deizmdir.
Zira Sünnet, geniş anlamda dinin ana kaynağı, dar anlamda ise bizzat
din=şeriattır. Sünnet olmasa, örneğin dinin direği olan namazın nasıl ve ne
zaman eda edileceği bilinemez. Nitekim Osmanlı’da “muallim-i evvel” sayılan
Şeyhülislam İbni Kemal (1890: 16), er-Risâletü’l-Münîre adlı Osmanlı İslâm
anlayışını formüle ettiği Arapça eserinde “Sünnetimi zâyi’ edene şefaatim haram
oldu” hadis-i şerifinde kastedilen sünnetin bizzat İslâm=şeriat olduğunu
belirtir. Zira bir başka hadis-i şerifte “Ümmetimden büyük günah işleyenlere
şefaat ederim” buyurulduğu ve geniş anlamda fiilî sünnetlerin terki büyük günah
olmadığına nazaran buradaki sünnet ile kastedilenin şeriat olduğu
anlaşılmaktadır.
“Hadislerin sıhhat dereceleri çok değişik, sahih, mütevatir
hadislerin sayısı çok az” gibi iddialarla “Kur’ân bize yeter, ben Kur’ân
Müslümanıyım” diyenler, Kur’ân’dan en fazla Hıristiyanlıkta olduğu gibi “ağacı
sev, yeşili koru” türünden bir İslâm anlayışı çıkarırlar. “Kur’ân Müslümanlığı”
eğiliminde iki ihtimal vardır. Ya, bu şekilde dinin altını oyma kasdı, gizli
projesi veya fiilen sünnetlerin terkinden ve bundan dolayı sünnet şuurunun
aşınmasından dolayı insanların sürüklenmesi. Modern kent hayatında sünnete
uymanın ağır gelmesinden dolayı insanlar zorunlu olarak “Kur’ân bize yeter”
noktasına gelmektedirler. Kur’ân’ın hükümlerinin tarihselliği, peygamber
tarafından yazıldığı yolundaki şüphecilikler, kent hayatının ortaya çıkardığı
fitnelerden sayılabilir. Bu konuda ortaya çıkan kent bid’atleri arasında, gusül
ve abdestsiz Kur’ân okuma, meal hatmi, doğrudan Kur’ân’dan, hatta mealinden
hüküm çıkarma eğilimi vardır (Meriç 2005: 191-209, 279).
İslâm’ın Religion Olarak Tasavvuru
Modern kent hayatının sonucu olarak ortaya çıkan, sahih
dindarlıktan uzaklaşma şeklindeki bütün bu eğilimler, sonunda bizzat din
algısını değiştirecekti. Bundan kasıt, İslâm’ın Batı’daki religion gibi
algılanmaya başlamasına yol açan İslâm/şeriat ayırımının zuhurudur. Batı
dillerindeki religion kelimesi, Arapça kökenli din kavramının karşılığı
sayıldığı için böyle bir ayırım ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Çağımızın önde
gelen mukayeseli din bilgini W. C. Smith (1998: 9)’ın belirttiği gibi, dinler
tarihinin onun sembollerinin tarihi olarak alındığı Batı’da gerçek din tarihi
henüz yazılmamıştır. Onun (1991) The Meaning and End of Religion adlı kitabında
gösterdiği gibi, religion ile din anlamdaş değildir. Semavî olsun olmasın Yakındoğu
dinlerinde mutlak olarak kullanıldığında din, yasa=şeriat anlamına gelir.
Din kavramının “şeriat, ibadet, âdet ve cezâ” olarak dört
temel anlam taşıdığını belirtmiştik. Geniş anlamda din, bu dört boyuta, dar
anlamda ise birinci boyut yasa=şeriata delalet eder; “Yahudilik, Hıristiyanlık,
İslâm dini=şeriatı” deyimlerinden de anlaşılacağı gibi. Buna göre din ile
şeriat, eşanlamlıdır; tek fark, şeriatın dinin genel, Yahudilik, Hıristiyanlık
ve İslâm’ın ise özel adları olmasıdır. Buna karşılık Latince cuius regio, eius
religio (kimin bölgesi, onun inancı) deyiminin de anlattığı gibi 1555 Augsburg
Barışı-sonrası dönüşen Hıristiyanlığa delalet etmek üzere ortaya çıkan religion
kavramı, yasası olmayan bir inanç yığını, kült anlamına gelir.
Kentselleşmeye bağlı sekülerleşme süreci, Türkiye’de bu
İngilizce terim kullanılmasa da İslâm’ın da religion olarak algılanmasına yol
açacaktı. Bu algılanma ise birincisi dinin özel, ikincisi ise genel adları olan
İslâm ile şeriat kavramlarının ayrıştırılmasıyla oldu. Bu ayrışma da proje ve
olgu olarak iki gelişmenin eseri olarak görülebilir. Türkiye’de laikliği
laikçilik olarak bir ideoloji haline getiren seçkinler, İslâm ile şeriatı
ayırma projelerinde az-çok başarılı oldular. İslâm ile şeriat kavramlarının
özdeşliğince Türkiye’de nüfus kâğıdında İslâm yazan her Müslüman “şeriatçı”
olduğu halde bu kesim, Türkiye’nin başbakanına bile sıkılmadan “şeriatçı
mısınız?” diye sorarak, şeriatçı Müslümanları ötekileştirerek şeriat kavramını
İslâm’dan ayırmayı az-çok başardı.
Tabii Türkiye’de bu belden-aşağı kültür savaşı yürütülürken
onca ilahiyat fakültesi ve Diyanet teşkilatı ve mensuplarının neden dinin
bizzat adıyla ilgili bu en temel çarpıtmaya seyirci kaldığı sorusu akla
gelmektedir. 1993 yılında Uğur Mumcu’nun cenazesinde “kahrolsun şeriat”
sloganlarının atılmasına karşı Diyanet sessiz kalırken sadece Anadolu’daki bir
ilçe müftüsü çıkıp tepki göstererek bunun küfür olduğunu belirtmişti. Bu durum,
maalesef Erzurum'un manevi önderlerinden M. Halis Emek (1918-2011) gibi dirayetli
İslâm âlimleri neslinin kesildiğini gösteriyor. Rivayete göre 12 Eylül
döneminde tutuklanan Hoca’ya sorgu esnasında mahut soru yöneltiliyor: “-Hocam,
sen şeriatçı mısın?” Hocaefendi, tebessüm ederek bu soruya başka bir soruyla
karşılık veriyor: “-Evladım, sen evli misin?” “Evet” cevabını alınca tekrar
soruyor: “-Peki, sen ailenle beraber olduktan sonra gusül abdesti alıyor
musun?” Buna karşı sorgucunun “-Elbette yıkanıyoruz, biz dinsiz miyiz?” diye
tepki göstermesi üzerine Hoca “-İşte evladım, o halde sen de şeriatçısın”
diyerek onu susturuyor. Evet, bugün maalesef İslâm’ın izzetini temsil eden
böyle dirayetli âlimler kalmamış görünüyor.
Bu gizli projenin yanında bir de sekülerleşme denen bir
olgunun, sürecin eseri olarak İslâm’ın religion şeklinde algılandığı tespiti
yapılabilir. Çeşitli tarihlerde yapılan araştırmalar, değişen din algısı
konusunda çarpıcı gerçekleri ortaya koymaktadır. Örneğin Ali Çarkoğlu ve Binnaz
Toprak’ın 1999 ve 2006 yıllarında TESEV için yaptıkları “Değişen Türkiye’de
Din, Toplum ve Siyaset” başlıklı araştırmanın sonuçları, Türkiye’de şeriat
isteyenlerin oranının düştüğünü gösteriyordu. Keza Ali Çarkoğlu ile Ersin
Kalaycıoğlu’nun ISSP kapsamında hazırladıkları “Türkiye'de Dindarlık -
Uluslararası Bir Karşılaştırma” başlıklı araştırmaya göre de 28 Şubat’ın ikinci
yılı 1999’da şeriat isteyenlerin oranı % 26 iken AKP iktidarının 7. yılında %
10’a düşmüş! Diğer taraftan daha çarpıcı olan, yapılan başka araştırmaların
sonuçlarının, kendisini Müslüman veya muhafazakâr olarak tanımlayanların içinde
önemli bir kitlenin şeriatın gelmesini istemediği, gelmesinden korktuğunu
ortaya koymasıdır.
Burada önemli olan, şeriattan ne anlaşıldığıdır.
Çarkoğlu-Toprak’ın yaptığı araştırmaya göre Türkiye'de şeriata dayalı bir din
devleti kurulmasını isteyenlerin oranı % 21,2’e ulaşmaktadır. Ancak Medeni
Kanun’daki hükümlerin İslam hukuku hükümleriyle değiştirilmesini isteyenler %
12,2'nin çok altında, zinaya şer’î cezanın verilmesini isteyenlerin oranı ise %
4 olarak çıkmaktadır.
Bu araştırmalara yansıyan şeriat tasavvurunun oluşumunda iki
ihtimalden söz edilebilir. Birincisi, insanların İslâm hakkındaki vahim
cehaletleri. Babasının Arap harfleriyle eski nüfus cüzdanında yazan Hanefî
kelimesini bilmediği için “Hanefî ne demek, babam Müslüman değil miydi?” diye soran
birinin durumu, toplumun İslâm hakkındaki cehaleti hakkında çarpıcı bir fikir
vermektedir (Meriç 2005: 168). İkincisi, insanların heva ve heveslerine
teslimiyeti. Bu iki ihtimali de bertaraf için yapılması gereken, bu tür
araştırmalarda görüşü alınacak deneklere önce, eski başbakanlardan birinin
açıkça belirttiği gibi İslâm’a imanda “biraz hamilelik” olmadığını anlatmaktı:
“Kur’ân-ı Kerim’de altı bin küsur ayet var. Ahkâm ayetleri de altı yüz
kadardır. Bu, yüzde onu kadardır. Yüzde onunu yapmasak ne lazım gelir.”
İslâm’ın, Kur’ân’ın hükümlerinin ya tamamına inanmak, ya da inanmamak dışında
kısmî inanma diye bir seçenek yoktu. Kur’ân’ın bir ayetini bile inkâr, tamamını
inkâr demekti.
KAYNAKÇA
el-‘Aclûnî,
İsmail b. Muhammed (2006) Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs ‘ammâ İştehere
mine’l-Ahâdîs ‘alâ Elsineti’n-Nâs, I–II. Abdülhamid Hindâvî (ed.), Beyrût:
el-Mektebetü’l-‘Asriyye.
Altan, Mehmet
(2010) Kent Dindarlığı. İstanbul: Timaş.
Aşık, Hüseyin
(1985) Küfür Sözler=Elfaz-ı Küfür: İslam Kanunundan Seçilmiş Meseleler.
İstanbul: İlim.
Bergen, Lütfi
(2011) “Erdemli Şehrin Belası,”
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4348
Bozdoğan,
Sibel-Kasaba, Reşat (eds.) (1997) Rethinking Modernity and National Identity in
Turkey. Seattle: University of Washington Press.
Çelik,
Celaleddin (2002) Şehirleşme ve Din. Konya: Çizgi.
Çelik, Zeynep
(1993) The Remaking of Istanbul: Portrait of an Ottoman City in the Nineteenth
Century. Berkeley: University of California Press.
Çınar, Alev
(2005) Modernity, Islam, and Secularism in Turkey: Bodies, Places, and Time.
Minneapolis: University of Minnesota Press.
—— (2008)
“Subversion and Subjugation in the Public Sphere: Secularism and the Islamic
Headscarf,” Signs: Journal of Women in Culture and Society 33/4: 891-913.
Doğan, İsmail
(2003) “Korumacılığın Geleneksel Kent Kültüründen Çıkarması Gereken Dersler,”
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi 35/1-2: 15-23.
Düzbakar,
Ömer, (2003) “Osmanlı Döneminde Mahalle ve İşlevleri,” Uludağ Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, V/5, Bursa /2: 97-108.
Eygi, Mehmed
Şevket (2003) Çareler Çözümler Teklifler Tenkitler. İstanbul: Bedir.
Gencer, Bedri
(2008) İslam’da Modernleşme, 1839-1939. Ankara: Lotus.
—— (2009)
“Hâl ve Muhâl: Sekülerlikten Sekülerizme,” EskiYeni, 13, (Bahar) 14-21.
—— (2010)
“Seküler Gelenekten Seküleristik Geleneğe,” Rıhle, 3/10 (Temmuz-Eylül) 21-28.
Göle, Nilüfer
(1991) Modern Mahrem. İstanbul: Metis.
—— (yay.)
(2000) İslamın Yeni Kamusal Yüzleri.
İstanbul: Metis.
el-Isfahânî,
Ebu Nuaym Ahmed b. ‘Abdillâh (1988) Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Esfiyâ, I-X.
Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
İbni Kemal,
Ahmed Şemseddin (1890) er-Risâletü’l-Münîre. İstanbul: Matbaa-i Cemâl.
Kaplan, Sefa
(2008) “Köylü İslam’ı, Menderes ve Demirel Kente Taşıdı,” Hürriyet 15 Aralık
2008.
Karakaş,
Berrin (2011) “Evleri Ayırdık!” Radikal, 28 Kasım 2011.
Karaman,
Ramazan (2000) Sanayileşmenin Dine Etkisi (Mersin Örneği). Konya: Akın Ofset.
Kostof, Spiro
(1999) The City Shaped: Urban Patterns and Meanings Through History. New York:
Thames & Hudson.
Kurt,
Abdurrahman (2009) İşadamlarında Dindarlık ve Dünyevileşme. Bursa: Emin.
Mendi, Rıza
(2010) “Konya’nın Âlim ve Hocaları,” http://www.konyacami.com/?p=407
Meriç, Nevin
(2005) Değişen Kentte Dinî Hayat. İstanbul: Kapı.
Özcan, Mevlüt
(t.y.) Sorumsuzca Söylenen Sözler, I-IV. İstanbul: Sabır.
Paksu Mehmed
(2006) İnsanı Uçuruma Götüren Sözler. İstanbul: Nesil.
Rotary (yay.)
(1996) İstanbul İnançların Buluştuğu Kent; Birlikte ve Yanyana. İstanbul:
Karaköy Rotary Kulübü.
Smith,
Wilfred Cantwell (1991) The Meaning and End of Religion. Minneapolis: Fortress.
—— (1998) Faith and Belief: The Difference
between Them. Oxford: Oneworld.
et-Tahtâvî,
Alî Ahmed ‘Abdü’l-‘Âl (2004) el-Lıhye fî Zav’i’l-Kitâbi ve’s-Sünneti. Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
Uz, Mehmet
Ali (2009) Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ve Ailesi. Konya: Selçuklu Belediyesi.
Varlı,
Mustafa (2008) Bidat, Hurafe ve Batıl İnançlar. İstanbul: Ensar.
Yakışan,
Duygu (2008) Postmodern Planlamanın Bir Yansıması Olarak Kapılı–Güvenlikli
Siteler ve Konya Örneğinde Bir Araştırma (Konya: Selçuk Üniversitesi Yüksek
Lisans Tezi).
Yorumlar
Yorum Gönder