Ana içeriğe atla

Çağrısız çağ'dan 'kusursuz cinâyet'e ve ebu'l-vakt'e… Yusuf Kaplan


Üzerinde/n yürüyeceğim ve izini süreceğim ümmîleşme / arınma yolculuğunun temel kalkış noktasını yazının başında belirginleştireyim.

Hakikat yolculuğunun anahtarı, sünnet-i seniyye'de gizli: İki âyette sarahatle belirtildiği üzere Efendimiz'in (sav) yaptığı ve insanlığa sunduğu hakikat yolculuğunun 'hakikate tanıklık etme', 'müjdeleme' ve 'hatırlatma' süreçlerini her dâim canlı tutan, insanı zamanlar ve mekânlar ötesi yolculuğun ufuklarıyla buluşturan biliş / ilim, oluş / irfan ve 'varoluş' / hikmet menzillerinde yani.
SÜNNET-İ SENİYYE: İNSANLIĞIN YOL/CULUK HARİTASI
Acizâne söylediğim şey şu: Sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın çağ körleşmesi sorununu idrak edebilmesinin, temel varoluşsal sorunları anlayabilmesinin, anlamlandırabilmesinin ve hâl yoluna koyabilmesinin yol haritasıdır sünnet-i seniyye.
Bu yazıda, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'in (sav), âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin zarûrî neticesi, hikmeti ve müjdesi olarak sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın hakikat yolculuğunun izini sürmemize imkân tanıyan yukarda zikrettiğim üç menzili de harekete geçiren bir yolculuk yapmaya çalışacağım. Kısa ve özlü bir tanıklık / biliş, müjde / irfan ve hatırlatma / 'varoluş' yolculuğu. Hakikat deryasından bir damlacık, bir katrecik tattırabilirsem ne mutlu bu âciz kula.
ÇAĞRIMIZIN BİR ÇAĞI YOKSA…
Bulunduğumuz yeri bilemediğimiz sürece, gidebileceğimiz yeri de, oraya nasıl gidebileceğimizi de, niçin oraya gitmemiz gerektiğini de bilemeyiz.
O hâlde soru şu: Çağrımızın bizi ve bütün insanlığı çağırdığı çağ'ın, 'neresi' ve 'nerede' olduğunu biliyor muyuz acaba?
Bu soruya cevap verebilmemiz çok zor. Zor; çünkü soru zor.
O hâlde işi biraz daha kolaylaştırmaya gayret edelim: Bir çağrımız var mı, peki?
'Elbette ki var', diyeceksiniz muhtemelen. İyi de, çağrımızın bir çağı var mı?
'Var elbette' diyeceksek, şu soruya cevap verebiliyor olabilmeliyiz: Hani nerede ve neresi çağrımızın çağ'ı?
'Burada' ve 'işte burası' diyebiliyor muyuz? Burası, bizim çağımız mı; bizim çağrımızın kurduğu çağ, burası mı?
ÇAĞ SÜRGÜNÜ, ÇAĞRI'YI DA SÜRGÜN EDİYOR
Bizim bir çağımız yoksa, bizi de insanlığı da kendisine çağıran bir çağrımızın olduğundan nasıl sözedebiliriz ki?
Can yakıcı bir durum değil mi, son derece tedirgin edici bir hâl: Tastamam bir çağ sürgünü yaşadığımızı bütün çıplaklığıyla gün ışığına çıkarmaya yetiyor olsa gerek buraya kadar yaptığım/ız musahabe ve muhasebe.
Yaşadığımız şey, sadece çağ sürgünü değil, bulunduğumuz yerin neresi olduğunu bilebilmemizi de zorlaştıran, bu nedenle de çağrımızın da sürgün edildiği bir yok oluş süreci.
YOL FİKRİNİN DE, YOLCULUK FİKRİNİN DE YİTİRİLMESİ
O hâlde tam bu noktada şu sorunun izini sürmemiz gerekiyor: Neden çağ sürgünü yaşıyoruz; çağrımızın nasıl olup da sürgün yediğini neden göremiyoruz?
Yol fikri ile yolculuk fikrini yitirdiğimiz ya da birbirine karıştırdığımız için. Bundan da önemlisi, henüz ne olduğunu bile idrak etmekten yoksun olduğumuz iliklerimize kadar bir çağ körleşmesi sorunu yaşadığımız için.
İçinde yaşadığımız çağı kuran, bizi ve bütün insanlığı çağ körleşmesinin eşiğine fırlatan Batı uygarlığı, yol fikrinden de, yolculuk fikrinden de yoksun olduğu için, hem yol fikrini, hem de yolculuk fikrini yitirdik biz de.
Batı uygarlığının temel sorunu, yol fikri ile yolculuk fikrini birbirine karıştırmasıdır: Asıl'la usûl'ü, norm'la form'u, öz'le söz'ü, etika ile estetika'yı birbirinden nihâî olarak ayırması, koparması ve usul'ü asıl, form'u norm, söz'ü öz, estetika'yı etika katına yükseltmesi. Yani parça'yı bütün; arızî olan'ı aslî olan, epistemolojik olan'ı ontolojik olan katına çıkararak hayatı da, insanı da, hakikati de bitirecek temelsiz bir temel üzerinden her şeye çeki düzen verebileceğini zannetmesi ve insanlığı yokoluş sürecinin eşiğine sürüklemesi.
ÜMMÎLEŞMEDEN NEREYE?
O hâlde, çağrımızın çağını kurabilmesi, bizim de çağını kurabilecek bir çağrının izini sürebilmemiz için, 'burası neresi ve ben, neden buradayım; burada olmakla ben olmakta mıyım?' diye sormamız, enlemesine ve boylamasına kazı yapmamız; bunun için de, bu sualin izini sürecek bir mesuliyetle donanmamızı mümkün kılabilecek bir mesele sahibi olmamız gerekiyor.
Başka bir deyişle çağla yüzleşmemiz ve hesaplaşmamız, bizim çağrımızın neden burada olmadığı, neden çağını kurmadığı, sorusuna cevap verebilmek için esaslı bir arınma, çağın ağlarından ve bağlarından kurtulma yolculuğuna çıkmamız. Ümmîleşmemiz. Ümmîleşmeden ümmet bilincine aslâ ve kat'â erişemeyeceğimiz yakıcı gerçeğini idrak edebilmemiz yani.
O hâlde, 'neredeyiz?', 'burası neresi?' ve 'nereye gidiyoruz acaba?' sorularının izini sürebiliriz artık.
MEDENİYETLERİN SON HAMLESİ: 'ÇILDIRMA', 'HİCİV' VE 'CİNAYET'
Medeniyetler, çöküş sürecine girdiklerini hissederler. Ve çöküş sürecinde can havliyle bir hamle daha gerçekleştirirler. Fakat son hamle, sıhhatli doğumlara gebe olmaktan uzak bir hamledir.
Medeniyetlerin son hamlesi, sarkastik doğumlara gebedir sadece: Önce yeri göğü kaplayan, herkesin kulağını ağzına getiren büyük bir çığlık duyulur her bir taraftan: Sonra bu çığlığın bir çıldırma olduğu fark edilir: Medeniyet, çöküşünün işaretlerini görmüş ve çıldırmıştır artık.
İşte son hamlenin hâmile kaldığı şey, tam da bu çıldırma'dan sonra çıkar günyüzüne: Çıldıran medeniyet, önce bütün dünyayı çıldırtacak çılgınlıklara girişir: Dünyayı yangın yerine çevirir. Dünyayı da çıldırtır ve yokoluş sürecinin eşiğine getirir.
Ancak kendisi çıldıran, ardından dünyayı da çıldırtan, çıldırmanın eşiğine fırlatan medeniyet, bu çılgınlık hâliyle şaşırtıcı bir çiçeklenme sürecine girer. Ne ki, bu çiçeklenme süreci, pastiş ve parodi üreten 'hiciv' eşliğinde gerçekleştirilen bir 'cinayet'le sonuçlanır: Hakikatin, hayatın ve insanın bitirilmesine yol açan 'kusursuz bir cinayet'le…
Üstelik de güle oynaya gerçekleştirilen, insanın idrak kapılarını kapatan, insanı hakikatten de, hayattan da, kendi'nden de ayartıcı yollarla uzaklaştıran bir cinayetle…
Batı uygarlığının son evresi, Batılı medeniyet tarihçileri tarafından 'bunalımlar çağı' (the age of crises) olarak adlandırılır. Bunalımlar çağı, Batı uygarlığının hicve dönüşen son hamlesini gerçekleştirdiği 19. yüzyılın ortalarından itibaren yaşadığı/mız, hâlen pastiş ve parodi, ironi ve cynicalism (ikiyüzlülük) biçimleri kazanarak süren ayartıcı, ayartarak hakikati de, hayatı da, insanı da sanallaştıran ve buharlaştıran estetize yok oluşlar zamanı'dır.
MODERNİZM'İN HAYKIRIŞI: MODERNLİĞİN ÇILDIRIŞI
Son hamle, romantizm'le gerçekleştirildi: Felsefede Nietzsche'nin başını çektiği bir silkinme hamlesiydi bu: Çölleşen, ölüler evine dönüşen ve bütün insanlığı büyük bir felâketin eşiğine sürükleyeceğini söylediği modern Batı uygarlığının çıldırmasına yol açacak yokoluş yolculuğunu haber vermişti Nietzsche.
Sanat'ta, romantizmle tohumları ekilen modernizmle birlikte modernliğin vaatlerini yerine getirememesi üzerine modern Batı uygarlığına karşı başkaldırı hareketine dönüşen bir 'yeninin şoku çağı' patlak verdi: Dadacılık'tan kübizme, konstrüktivizm'den sürrealizm'e ve soyut sanata kadar Batı uygarlığının çocuklarının gerçekleştirdikleri başkaldırı hareketi, Batı uygarlığının hem son çiçeklenme; hem de düşüncede Nietzsche'yle, sanatta Picasso ile özdeşleştirebileceğimiz tam bir çıldırma hamlesiydi.
Düşüncede de, sanatta da bu çıldırma hamlesi, bütün duvarları yıkan bir yıkıma dönüştü. İnsan/lık, absürdite'nin / saçma'nın, zorbalığın, faşizmlerin, yıkımların, yokoluşların eşiğine doğru sürükleniyordu hızla.
Bu hız, postmodernliğin hayatımızın her ânına, her bölmesine, her yerine nüfûz ve sirayet etmesiyle birlikte ayartıcı bir haz'a evrildi.
Çöküş, böylelikle görünmez kılınıyor ve erteleniyordu.
ASLAN, YARALANIR VE YERE DÜŞER…
Bu hızla ve hazla yokoluş sürecini bir meselle resmetmeye çalışalım:
Aslan, yaralanır ve yere düşer. Aslan'ın çocukları, aslanın âkıbetine uğramaktan korkarlar: Aslan'ın neden ve nasıl sere serpe yere düştüğünü düşünürken, hem histerikleşirler, hem de aslan'ın varettiği ve uğruna canını feda ettiği bütün korunaklı yerleri terk ederek kendilerinin de aslanın akıbetine maruz kalmamaları için, koyverirler kendilerini yokolan, ruhu çalınan ruhsuz hayatın akışına. Ve kaybolurlar yitik zamanda kendilerinden geçerek.
Hayat dayanılmazdır çünkü: O yüzden 'ân'ı yaşamak gerek'tir: An'a kapanmak. An'da yokolmak. Hiçleşmek. Hiçbir şeyi 'iplememek'. Kaygan zeminlerde patinaj yaparak metamorfoz yemenin keyfini çıkarmak ve her şeyi tüketmek. Bitirmek.
MODERNLİKTEN POSTMODERNLİĞE 'ÇILDIRMA' SÜREÇLERİNDE KISA BİR GEZİNTİ
Modernlik, Batı uygarlığının geliştirdiği açık sömürgecilikte ve açık şiddetle (yani mekânın kontrol edilmesiyle, işgallerle vesaire) bütün dünyayı yıldıran ve yağmalayan bir saldırganlık biçimi üretmişti.
Saldırganlık, zirve noktasına (emperyalizm aşaması'na) ulaştığında, 'zırvalama' biçimlerine dönüştü. Dil, yitirildi: İnsanı hakikate götürebilecek yegâne vasat ve vasıta bitirildi.
İşte bu noktada, postmodernliğin tohumları ekildi: Postmodernlik, Batı uygarlığının -kelimenin tam anlamıyla- çıldırma süreci: Her şeyin çığırından çıkması; çığır fikrinin, çığır açacak ufkun ve bütün bunları mümkün kılacak özün ve hakikatin yitirilmesi, işin sadece söze, içi boş retoriğe ya da belâğate indirgenmesi.
Modernliğin saldırılarından yılan bütün insanlık, postmodern eşikte, Batı uygarlığının çıldırdığına tanık olunca, biraz rahat nefes alır gibi oldu. Ama yaşadığı şeyin kendi nefesinde boğulmak ve yokolmak olduğunu anlayamadı. Çünkü yaşanan şey sadece bir yanılsamaydı.
VE NİHAYET 'KUSURSUZ CİNAYET'
Batı uygarlığının çıldırma süreci, 19. yüzyılın başlarında zuhur etmişti; çıldırmanın sonuçları da 20. yüzyılın ilk yarısında ürpertici ve insanın kanını dondurucu şekillerde gerçekleşmişti.
İnsanlık tarihinde, gerek kitlesel katliamların gerçekleştirilmesi, gerekse insanın bittiğinin göstergesi yüksek teknolojik silahların kullanılması Batı uygarlığının içine sürüklendiği çıldırmanın boyutlarını gözler önüne serdi. Batı uygarlığının son evresinde yaşadığı çıldırma, yalnızca kendisine değil, bütün dünyaya, bütün insanlığa büyük bir bedel ödetti.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Marx'ın deyişiyle, 'katı olan buharlaştı': Ve çözüldü. Tıpkı genelde modern Batı uygarlığı gibi, özelde ise Marksizm'in bizatihî kendisi gibi. İnsanlığın fiîlî / fizik esareti bitti ve eski sömürgecilik gitti.
Eski sömürgeciliğin yerini, eski sömürgecilikten daha tehlikeli bir sürecin habercisi, yeni-sömürgecilik aldı: Yeni-sömürgecilik olgusunun da, yeni sömürgeciliğin ne olduğunun da, insanı nereye sürüklediğinin de farkında değiliz henüz. Tam da yeni-sömürgeciliğin doğasını ele veren ayartıcı, ayartarak yok edici bir 'cinayet' bu! 'Kusursuz cinayet' hem de!
Maruz kaldığımız şeyin, kusursuz'luğundan ötürü, ayartı ve haz üretmesi nedeniyle, bir cinayet olduğunu göremiyoruz.
Bu nedenle, yeni-sömürgecilik, herkesi ve her şeyi ayartıcı şekillerde ve derinlemesine kontrol ve kolonize edebilecek bir düzen tesis etti: Düzensizlikten düzen (disorder'dan order) çıkarabilecek bir düzen üretti.
GÜRÜLTÜ: BİR DİL VE SESSİZLİK ARAYIŞI
Söylediklerimizi şöyle toparlamaya çalışalım… Sömürgecilik olarak modernlik, hakikatin üstünü örtme girişimiydi. Yeni-sömürgecilik olarak postmodernlik ise, hakikatin üstünü örtme hakikatinin üstünün örtülmesi girişimi.
Modernliğin hakikati yok etme cinayeti, modernlerin bu dünyaya verecekleri esaslı şeyleri olmadığının bir göstergesiydi.
Dili ve hakikati yok eden bu gösterge, postmodernleri, hakikatin üstünü örtme hakikatinin de üstünün örtülmesi 'kusursuz cinayet'ini işlemeye sürükledi.
Ve insan konuşma yetilerini yitirdi ve sustu: O yüzden gürültü yegâne gerçek artık. Gürültü, bir sessizlik ve dil arayışı aslında: İyi de bunu kim görecek, kimler gösterecek? Vurgun yiyen çağ sürgünleri mi?
HAKİKATİN İZİNİ SÜRECEK HİKMET NEREDE?
Postmodernlerin başka seçenekleri yoktu: Modernler, hakikatin yalnızca 'modern Batı' ve 'modern Batıda gizli' olduğunu ilan etmişlerdi.
Postmodernler, modernlerin yalnızca 'modern Batı'nın kendisini hakikat ilan etmesinin tastamam bir cinayet olduğunu fark ettiler ve tek çıkar yolun hakikat fikrinden, bizatihî hakikatin kendisinden çarketmek olduğu ayartıcı gerçeğinin yegâne gerçek olduğuna hükmettiler: Bundan iyi 'kusursuz cinayet' olabilir miydi!
O yüzden postmodern dünya, ân'ın mutlaklaştırıldığı bir dünya oldu. Hayatın inkâr edildiği ve yok edildiği, insanın hazlarının, arzularının ve güdülerinin kutsandığı bir kaçış yeri.
Böylelikle insanın, hayatın ve dünyanın katlanılması zor sorunlarından kaçabileceği, kendi içine kapanabileceği, arzularına, fetişlerine, hırslarına teslim olarak hayatını sürdürebileceği sanıldı. Sonuçta, insan tek çıkış yolu olarak, ayartıcı yanılsamalara, baştan çıkarıcı sanallıklara sarıldı can havliyle.
Sözün özü: Modernlik, insanı hakikatin izini sürebileceği hikmetten ve hakikatten uzaklaştırarak dilsizleştirdi. Postmodernlik ise, insanı hakikatin hikmetinden de, hikmetin hakikatinden de uzaklaştırarak susturdu ve dilini yitirmesini hükümsüzleştirdi.
O hâlde insanın hakikatin izini sürecek bir hikmete ihtiyacı var: Yeniden diline kavuşmasını sağlayabilecek, haddini bilerek insanı taptaze ve her dâim tazeleyebilecek ufuklarla buluşturabilecek, mülk âleminin ötesindeki melekûtî âlemin ufuklarına ulaştırabilecek nebevî / ümmîleşmiş / arınmış diller üstü bir dile.
BÜYÜK HAMLELER, KRİZ ZAMANLARININ ÇOCUĞUDUR
Büyük hamleler, büyük kriz zamanlarının çocuğudur: Çocuğun doğum ân'ı, annenin, hâmilelik süresince en büyük acıyı yaşadığı ândır.
Gazalî, İbn Arabî ve İbn Haldun, bizim yaşadığımız birinci büyük medeniyet krizinin çocuklarıydı. Bu öncü ve önaçıcı şahsiyetler, hem yaşadığımız krizin nereden kaynaklandığını, hem nerede olduklarını, hem de oradan krizin nasıl açılabileceğinin yol haritasını çizdiler: Sünnet-i seniyye'nin biliş, oluş ve 'varoluş' menzillerinde münbit bir ümmîleşme yolculuğu gerçekleştirdiler.
Bugün varlığımızı sürdürebiliyor olmamızı hakikatin yükünü omuzlarında hisseden ve yükümlülüklerini kendilerine özgü esaslı fikir, oluş ve varoluş çileleriyle gerçekleştiren bu öncü ve önaçıcı şahsiyetlere borçluyuz büyük ölçüde.
Acısız doğum olmaz. Acısız doğum, hayatın ve insanın bitişinin habercisidir. Acısız doğumlar, insanlığı sadece büyük bir acıya boğarlar.
Yalnızca insanlığın yokoluş acısını ve varoluş sancısını duyabilenler, hissedenilenler, iliklerine kadar yaşabilenler, insanlığa nerede olduklarını, nereden gelip, nereye gittiklerini / gidebileceklerini hatırlatabilirler ancak.
'EBU'L-VAKT' OLMADAN 'İBNÜ'L-VAKT' OLMAK MÜMKÜN MÜ?
Günümüzde, İslâm ilim, irfan ve hikmet yolculuğunun zirve noktasını oluşturan tasavvuf ve tasavvufun bazı kilit 'ân'ları ve 'hâller'i, postmodern dünyanın ayartıcı kavramlarına ve durumlarına 'boca' edilebiliyor rahatlıkla.
Bu hâllerden biri, tasavvuf'ta zirve noktasına çıkan, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'in her hâlinde kendini gösteren, sahabe-i kiramda her dâim izleri sürülebilen, belki de Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in güzîde sıfatı 'sıddîk'ta en güzel misâlini, timsâlini ve temessülünü bulan 'ân'ın çocuğu' olma hâlidir.
Postmodern durum'un mottosu, 'her şey mübah' ilkes/sizliğ/i. Postmodernlik, insanın geçmiş zaman ve gelecek zaman duygusunu iptal etmek ve insanın varoluş serüvenini genişletilmiş bir geniş zaman'a, yani ân'a, bura'ya ve şimdi'ye hapsetti.
Bütün bir insanlık tarihini, tek bir ân'ın uzanımlarına ve görünümlerine indirgeyerek mekânlaştırdı / ruhsuzlaştırdı.
Modern insanın yalnızca dünyevî / seküler mekâna indirgeyerek geliştirdiği sadece lineer bir geçmiş ve gelecek zaman spektrumundan ibaret zaman fikri, sonuçta, gelinen postmodern süreçte, insanın zamanın ritimlerini, ruhunu, boyutlarını, melekûtî âleme ulaşan renklerini ve ruhunu yitirmesine yol açtı.
Zaman'ı mekân'da durdurdu ve dondurdu. İnsanın zaman idrakini soldurdu ve öldürdü zamanla.
Oysa insanın, zamanın bu dünyadaki ân'larını, izdüşümlerini ve ritimlerini duyabilmesi, yaşabilmesi; bunun için de insanın dünyevî zaman'ın varlığını, kozmolojik bir tasavvur'la idrak edebilmesi şart.
Tıpkı Efendimiz'in vahyin ruh üfleyen, inşirah veren nûruyla bizzat hâl hâliyle yaşadığı ve insanlığa da sünnet-i seniyyesiyle yaşayabilme imkânı sunduğu, bunun en eşsiz misallerini sahabe-i güzîn'in soluduğu çok katmanlı bir zaman idrakine ihtiyacı var insanlığın.
Bütün beşerî zamanları ve mekânları aşan, insanı melekûtî âlemin hâllerini ve ritimlerini keşfedebilecek melekelerle donatan ve insanı, kemâl merdivenlerini adım adım tırmandırarak hakikat yolculuğuna çıkarabilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğu bu.
İnsanın 'ibnü'l-vakt' (vaktin çocuğu) olabilmesi için, 'ebu'l-vakt' (vakt'in babası) olarak hakikate tanıklık edebilmesi şart. Tevhid'in hakikatine tenzîhî / aşkın boyutta şâhitlik etmeyen, edemeyen insanın teşbîhî / içkin / dünyevî düzlemde ebül'l-vakt olabilmesi mümkün değil. Ebu'l-vakt olmayan insanın ibnü'l-vakt olabilmesi ise muhaldir, ham bir hayal.
O hâlde, bizi önce hakikate, ardından insanın ve varlığın hakikatine tanıklık ettirecek münbit, müşfik ve mükerrem bir hayatın eşiğine ulaştırabilecek bir ümmîleşme yolculuğuna ihtiyacı var bütün insanlığın.
Son söz: Ebu'l-vakt olmadan yapacağımız her yolculuk, bizim 'vaktin çocuğu' olmamızla değil, vaktin / çağ'ın ağlarının kurbanı olmamızla sonuçlanır sadece.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsmet Özel’in Erbain Den Alıntılar

Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Üç Frenk Havası 1. Capriccio Alum Gülünç bir ölümle öldü deniyor Max Stirner için çünkü mahvına sebeb nihayet bir sinektir ama Fanya Kaplan nasıl öldü diye sorarsak sanırım işimiz fazlasıyla ciddileşir. *** 2.Alum Cantabile Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı durmadanbeyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara güneşin zekasıyla doymak isterdim kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı ban Tahrik yürek elbet acıyor esvap deği...

Hatırı Sayılır Sözler

Hatırı sayılır sözler   Aşk ruhların çeşitli yaratıkların arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesi demektir. İbnihazm * Gemisini kurtardığı için kaptan olmayı hak ettiğini düşünen kişiler bireyciliği göklere çıkardılar. Bunu yapmış olmakla da tarihteki en hastalıklı adlandırmayı gerçekleştirdiler. İsmet Özel * Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez onları alışmış oldukları tokluk öldürür İbni Haldun * Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak sanattır. Goethe * Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması insanların düşünememesidir. Jean-Paul Sartre * Yaratan'ın karşısına bunca büyük yapıtı okumamış olarak çıkmak düşüncesi beni çileden çıkarıyor. Oliver Wendell Holmes * Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır... Mayakovsky * Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan,  âl...

İsmet Özel

Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?-Yaşama!-Ya bileydim?Yazar: MıydımHiç: Şiir . Münacaat Bu yaşa erdirdin beni,gençtim almadın canımı ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak büklümlerinin içten ve dışardan sarmaladığı günlerde bir zamandı heves etti m gölgemi enginde yatan o berrak sayfada gezindirsem diye ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende. Vakti vardıysa aşkın,onu beklemeliydi genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için halbuki aşk,başka ne olsundu hayatın mazereti demedim dilimin ucuna gelen her ne ise vay ki gençtim ölümle paslanmış buldum sesimi. Hata yapmak  fırsatını Adem’e veren sendin bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini tanıdım Ademo...